TÜRKİSTAN’IN İSLAMLAŞMASINDA HACEGAN YOLUNUN ÖNEMİ ve YAŞAYAN HATIRALAR

3 Temmuz 2022 İnsicam Dergisinde yayınlandı

Türkistan; Güneyde İran’ın Horasan bölgesinden başlayarak Kuzey Afganistan dahil Pamir ve Hindukuş dağlarının kuzey eteklerinden Çin’in Tun-huang bölgesine kadar uzanan, oradan Mançurya’nın batısına ulaşan, Moğolistan’la birlikte Güney Sibirya’nın tamamını içine alan, batıda Ural dağları ile Volga ırmağının Hazar denizine ulaştığı noktaya kadar devam eden geniş bir alanı kaplar. Bu alanın tarihî kaynaklardaki adı XIX. yüzyıl ortalarına kadar Türkistan’dır.

Çoğunluğunu günümüzde Uygur ve Kazak Türkleri ile diğer Türk gruplarının oluşturduğu Çin Halk Cumhuriyeti hâkimiyetindeki bölgeye Doğu Türkistan, 1924’ten sonra Sovyet hâkimiyetine giren alana ise Batı (Garbî) Türkistan adı verilmektedir. Doğu Türkistan’ın yüzölçümü 1.828.418 km2, Batı Türkistan’ın 3.836.503 km2’dir.

MS 819 yılında Sâmânî Devleti’nin kuruluşu, bölgenin etnik ve kültürel yapısının değişmesinde önemli rol oynadı. Sâmânîler’in ilk hükümdarı İsmâil b. Ahmed, halifeye olan bağlılığı ile öne çıktı. Onun zamanında devletin sınırları genişledi; Mâverâünnehir, Horasan, Sîstan, Kirman, Cürcân, Rey ve Taberistan’ı içine aldı. Başşehir Buhara idi.

Satuk Buğra Han 999 yılında Mâverâünnehir’i zaptederek Sâmânî Devleti’ni ortadan kaldırdı. Mâverâünnehir’in İslâmlaşmasının tamamlandığı Sâmânîler devri sona erince bölge artık tamamen Türk topluluklarının eline geçti; Bölge Sâmânîler’in ardından sırasıyla Karahanlılar, Gazneliler, Hârizmşahlar, Selçuklular, Karahıtaylar, Gurlular, Moğollar, Timurlular, Şeybânîler, Türkistan hanlıkları ve kısa bir dönem İran’ın egemenliği altında kaldı.

1866 yılında Taşkent ve Hucend Ruslar’ın kontrolüne girdi. 1867’de Taşkent’te Türkistan genel valiliği ihdas edildi. Ruslar, Türkistan genel valiliğini beş idarî bölgeye ayırdı: Yedisu, Siriderya, Fergana, Semerkant ve Zakaspi. Bu bölgelerde nüfusun % 95’i müslüman, % 5’i Rus ve Avrupalı hıristiyanlardan oluşuyordu.

XX. yüzyılın başlarında bütün Türkistan’da büyük değişiklikler meydana geldi. Orta Asya demir yollarının yapılmaya başlaması Ruslar’ın Türkistan’a akın etmesine, fabrikalar, atölyeler, küçük işletmeler ve bankalar açmasına sebep oldu. Rusya’dan gelen göçmenler ve işçiler vasıtasıyla özellikle Rusya’daki 1905 İhtilâli’nden sonra Marksist fikirler yayılmaya başladı.

 I. Dünya Savaşı yıllarında pamuk ve gıda ürünlerinin ihracatı yasaklandı. Savaş sırasında Türkistanlılar’ın askere alınmak istenmesi, vergilerin arttırılması ve kıtlık neticesinde Ruslar’a karşı 1916 yılında Türkistan topraklarında büyük bir ayaklanma oldu. Ayaklanmalar çok kanlı bir şekilde bastırıldı ve binlerce mâsum insan hayatını kaybetti. Ahalinin bir kısmı Doğu Türkistan topraklarına ve dağlık bölgelere göç etmek zorunda kaldı.

Bolşevik devrimi esnasında Türkistan’da Türkistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (30 Nisan 1918), Buhara Sovyet Halk Cumhuriyeti ve Hârizm Sovyet Halk Cumhuriyeti gibi yerel kuruluşlar ortaya çıktı. Bunlar bağımsızlık taraftarlarına karşı Bolşevik Ruslar’la iş birliği yaparak komünizmin Türkistan’da yerleşmesine katkı sağladılar. Fakat Sovyet yönetimi herhangi bir etnik ve kabilevî oluşuma izin vermiyordu. Türk kökenli topluluklar arasında bölücü faaliyetler yürüterek kabileleri ayırmayı başardı. Türkmenler’i, Kırgızlar’ı, Kazaklar’ı ve Özbekler’i ayrı ayrı cumhuriyetler haline getirip Türkistan birliğini dağıttı.

16 Eylül 1924’te alınan kararla Türkistan adı tamamen ortadan kaldırıldı. Bolşevikler, Türkistan’ın idarî yapılanmasını değiştirdi; valiliğin merkezi yine Taşkent’ti, ancak adı Orta Asya bölgesi oldu. Türkistan valiliğinin Yedisu, Carkend, Lepse ve Zakaspi bölgesinin Kazaklar’la meskûn yerleri, ayrıca Karakalpaklar’ın yaşadığı saha Kazakistan’a katıldı.

Türki Cumhuriyetlerin Bağımsız Olmaları

1991 yılında SSCB nin dağılmasıyla birlikte Azerbaycan Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan da bağımsızlıklarına kavuştular. Rahmetli Mahmut Esad Coşan Hocamız ile bir gurup arkadaş 1991 de Türki Cumhuriyetler seyahati yaparken güzel bir tevafuk olarak her gittikleri ülkenin bağımsızlık-azadlık haberine ve sevincine şahid olduklarını anlattılar.

Sovyet döneminde otoriter, baskıcı ateist yönetim nedeniyle İslama olan saygıları ve bağlılıkları devam etmekle birlikte toplumda rüşvet,  alkol kullanımı ve  ahlaki çöküşün belirgin olduğunu anlattılar. Buhara’da Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaeddin Hz ziyaret ederken kabrin yanındaki mescidin imamının ve türbedarının Mahmud Esad Coşan hocamızın Nakşibendi yolunun yaşayan mürşitlerinden olduğunu öğrenerek intisab ettiğini anlattılar.

Türki Cumhuriyetlerde azadlık sonrası sosyal ve ekonomik olarak gelişirken İslami olarak baskı ve yasaklar devam etti. Rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal Türki Cumhuriyetlere çok önem verdi ve ziyaret etti.1993 yılında vefatından önce yaptığı ziyarette Buhara’da Nakşibendi Türbesi gezildi, sonra yandaki mescitte namaz kılındı. Türbedar ve imamında Türkiye’den Nakşibendi şeyhi Mahmud Esad Coşan Hocaefendiye bağlı olduklarını öğrenince ‘Esad Efendi benim de hocamdır’ dediği anlatılır.

Bahaddin Nakşibend hazretlerini ziyaretinde mescide namaz esnasında, Özal epey süre secdeden kalkamıyor; ta ki yanındaki Devlet Bakanı Rüştü Kazım Yücelen, namazını bozup kolundan tutup kaldırana dek secdede kalıyor. O anı anlatanlar  “Nakşibendi Hazretleri huzurunda namaz kılmaktan çok etkilendi. Dualarını ağlayarak yaptı. ‘Huzuruna sıradan biri olarak değil, Cumhurbaşkanı olarak geldim’ dedi” diyorlar.

Çıkışta bir gazetecinin mescit etrafından toprak aldığını görünce soruyor, “Hafize Ana’nın mezarına götüreceğim” cevabını alınca da, “Al al, fazla al lazım olacak” dediğini ve o toprağın Özal’ın kabrine döküldüğünü de ilginç bir rastlantı olarak anlatılır.

Türkistan ile ilgimde 1993 Yılında yakın dostum Dr.Selman Çınar’ın Özbekistan’a ihtisas ve dil öğrenmek için gitmesiyle başladı. Mesleki çalışmaları ile dostlukları ve sosyal çalışmaları birlikte devam ettirdi. Birçok İslami temel eserle beraber Mehmet Zahid Kotku ve Mahmud Esad Coşan Hocaefendilerin kitaplarının da Özbek dili ve alfabesine çevrilmesine vesile oldu. Yıılar sonra Hacegan yolu olarak bilinen Arifler yolunun iki ucunun Türkiye-İstanbul ve Özbekistan Semerkand-Buhara hattının tekrardan buluşmasını sağladı.

Hacegan-Arifler Yolu

Tarihte önemli izler bırakmış ekonomik, siyasi, kültürel ve göç yolları vardır. Avrupa ile Çin arasında ‘İpek yolu’, Hindistan-Afrika-Avrupa arasında ‘Baharat yolu’ gibi ticari ve siyasi olarak önemli roller oynamış yollar bunlardan bazılarıdır.

Tıpkı’ ipek yolu’ ve ‘baharat yolu’ gibi ticaretin yayılmasında önemli fonksiyon icra eden yollar olduğu gibi İslam’ın yayılmasında da özel bir  görev icra eden manevi yollar vardır. Bunlardan biri de ‘hacegan yolu’dur. Hacegan Yolu, İslam’ın Arabistan’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Endülüs’e, Kafkasya’dan Çin’e kadar yayılmasında öncülük eden tebliğ ve irfan yoludur.

Hacegan yolu daha çok insan-ı kamil olmaya, İslam’ı hal olarak yaşamaya, Kuran ve Sünnete ihlas ile bağlanmaya ve Marifetullah (Allah CC kavuşturmak) olan Hazret-i Ebû Bekir’den Selman-ı Farisi ve Caferi Sadık hazretleri ile gelen yolun, Hasan Harakani ve Yusuf-ı Hemedânî hazretlerinden îtibâren aldığı isimdir. Bu yol sonradan Bahaeddin Nakşibendi ve halifeleri ile Nakşibendiyye adını almıştır. Hindistan’da İmam-ı Rabbani hazretleri ile Müceddidiyye adını alırken, Şam’da Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri ile Halidiye olarak devam etmiştir.

Türkistan coğrafyasında da en çok etkili olan ve bilinen irfan yolu ‘hacegan yolu’dur.Türkiye-İran-Afganistan-,Özbekistan-Kazakistan-Tacikistan-Doğu Türkistan ve Hindistan güzergahına doğru uzanan arifler yolu Mevlana Halidi Bağdadi Hazretleri ve Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi Hz  ile tekrar Şam-Bağdat-İstanbul hattına bağlanmıştır.

Yaptığım çeşitli seyahatlerde ve okumalarımda özellikle Doğu ve Batı Türkistan’ın İslamlaşmasında Hacegan yolunun etkisini açıkça müşahede ettim. Osmanlının son yılları  ve Cumhuriyet döneminde İslamın yaşanması ve tebliğinde çok önemli rolleri olan alim ve mutasavvıflardan İstanbul’da Süleymaniye Camii haziresinde adeta bir gül bahçesini andıran Kasr-ı Arifan-Arifler bahçesi olarak bilinen kabristan kısmında Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi ile halifeleri Hasan Hilmi Kastamoni, İsmail Necati Safranboli, Ömer Ziyaeddin Dağıstani, Mustafa Feyzi Tekfurdaği ve Mehmed Zahid Kotku, Edirnekapı şehidliğinde ise Hasib Serezi ve Abdulaziz Kazanı Hazretleri medfundur.

İslam dünyasının farklı diyarlarından gelip payitahtta modernizmin rüzgarına karşı müminleri irşad edip örnek olan bu mürşidler, Kuran ve sünnete ittiba ile asrın idrakine İslamı söyletmenin en güzel örneklerini vermişlerdir.

 Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi döneminde irşad ve tebliğ çalışmalarıyla beraber kurduğu matbaa ile İslami eserlerin basılıp yayılmasını sağlamış, halifelerine de gittikleri yerlerde kütüphaneler kurarak ilmin ve irfanın yayılmasına çalışmışlardır. Altın silsilenin son temsilcilerinden Eyübsultan kabristanında medfun bulunan son devir İslam üleması ve mürşidi Mahmud Esad Coşan dünyanın her yanına seyahatler yapmış, islamı anlatmak için radyo, televizyon, internet dahil her imkanı kullanarak tüm insanlığa ulaşmaya çalışmış çağdaş bir alim, mutasavvıf ve tebliğcidir.Dedelerinin Buhara’dan gelip Çanakkaleye yerleştiği bilinir. Hacegan yolunun son dönemdeki mürşidleri Mevlana’nın pergel benzetmesinde olduğu gibi bir ayakları ile İstanbul’da ve İslam’ın temel esaslarında sabit dururken, diğer ayakları ile tüm İslam dünyasına ilim ve irşadları ile uzanmışlardır.

Hacegan Yolu- Horasan Arifleri

Resulullah’tan aldığı feyz ile ‘O diyorsa doğrudur’ diye teslimiyet gösteren Sıddık lakabıyla bilinen Hz. Ebubekir ve ‘Ben İslamın oğluyum, neyim varsa İslam’dandır’ diyen Selman-ı Farisi gibi iki zirve sahabinin başını çektiği Altın Silsile-Hacegan yolu Beyzıd-ı Bestami ile Horasan bölgesine uzanır.

Güneş ülkesi manasına gelen Horasan, günümüzde İran’ın kuzeydoğusundan Hazar denizine kadar olan bölgenin adıdır. Hz. Ömer döneminde İslam’ı tanıyan halkın zeki, çalışkan, cömert, cesur,terbiyeli, nazik, hakkaniyetli, din ve ilme yatkın olmaları nedeniyle bölge alimleri ve mutasavvıfları ile meşhur olmuştur.

Beyazıd-ı Bestami Hazretleri

Cafer-i Sadık hazretlerinden ilham alan Horasan Ariflerinden Beyazıd-ı Bestami, Horasan’ın Bestam şehrinde doğmuştur. Babasının helal ve harama, kul hakkına riayetini anlatan menkıbede “hac yolunda yorgun ve bitkin bir halde iken nehirde bulduğu sahipsiz bir elmayı yediği için bahçe sahibinden helallik istemesi ve bahçe sahibinin bu güzel ahlaktan dolayı ona “Kör ve sağır bir kızım var onunla evlenirsen hakkımı helal ederim” dediği, kabul edip nikâhlandığında ise aslında eşinin güzel ve normal bir hanım olduğu” çok bilinir.

‘Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol’ sözünün ilk sahibi Beyazıd-ı Bestami hazretleridir. Menkıbelerde nefsi ile girdiği bir mücahedenin sonunda bir rahibin davetini kabul ederek Rum diyarına gittiği bir manastıra varıp rahiplerle tanıştığı anlatılır. Müzekerelerin sonunda rahiplere ‘Cennetin anahtarı nedir ‘ sualine açıktan ve hep beraber cevap vermek durumunda kalan rahipler “Lailahe illallah-Allah’tan başka ilah yoktur”  diyerek Müslüman olurlar.

Hasan Harakani Hazretleri

Bir başka Horasan arifi olan Hasan Harakani hazretleri Horasan’ın Bestam şehri yakınında bulunan Harakan şehrinde dünyaya gelmiş ve hocası Beyazidi Bestami’nin türbedarlığını yapmıştır.

Çağdaşı İbn-i Sina’nın marifet ve tasavvufa ilgi gösterdiği ve Hasan Harakani yi ziyaret ettiği kaynaklarda yer almaktadır. Gazneli Mahmud’un onu ziyaret ettiği hediye olarak verdiği bir kese altını geri iade ettiği ancak ayrılırken veda hediyesi olarak sultana gömleğini verdiği anlatılır. Harakani Hazretlerinin heybetinden etkilenen sultan tevazu ile ayrılırken kendisini gelirken karşılamaması fakat giderken saygıyla uğurlamasına şaşırınca “Gelirken sultan olarak kibirle geldin, giderken kul olarak tevazu ile gidiyorsun” diye cevap verdiği nakledilmektedir.

Harakani Hazretleri “Kuran kulun Allah’ı aradığı her vesileden üstündür, öyleyse Allah’ı sadece Kuran ile ara” buyurarak yolunun dayandığı en temel kaynağı ifade etmiştir. “Allah’a giden yollar mahlukatın adedincedir. Bunların en kestirmesi ve doğrusu Resulullah efendimizin yoludur.” Sözü de Ona aittir.

Türkistan’dan Şam’a kadar birisinin parmağına batan diken bana batmıştır, birisinin ayağına çarpan taş bana çarpmıştır’ anlayışı ile tüm ümmeti ve insanlığı kucaklayan Harakani, Hz. Ahmet Yesevi’nin, Hacı Bayramı Veli ve Yunus Emre’nin hocası kabul edilmiştir.

Harakani Hazretleri, Gazneli Mahmut ile olduğu kadar Selçuklu devletinin kurucuları Çağrı ve Tuğrul beyler ve Sultan Alpaslan’ın da ruh ve iman dünyasına etki etmiştir. Harakani, Selçuklu-İslam medeniyetinin, ahilik ve fütüvvet teşkilatının öncülerinden kabul edilmiştir.

Anadolu’yu fethetmek için gelen Selçuklu akınları sırasında Kars’ta şehid düştüğü rivayet edilmektedir. Günümüzde Türkiye doğu sınırlarında Kars vilayetinde tarihi kalenin eteklerinde bulunan kabri ve çevresi hala manevi bir merkez olarak bilinmektedir. Kanaatimce Harakani hazretleri ve makamı Türkiye’de yeterince tanınmamakta ve gerekli ilgiyi henüz görmemektedir. Makamının ilgilileri tarafından bir külliye mantığı ile tekrar inşa edilmesinde ve bölgenin ilim ve irfan merkezi haline getirilmesinde fayda vardır.

Ebu Ali Farmedi Hazretleri

Bir başka Horasan arifi olan Ebu Ali Farmedi Horasan’da Tus şehri yakınında Farmed’de doğmuş ve Nişabur’da eğitimine devam etmiştir. Nişabur’da Kuşeyri Hazretlerine talebe olan Ali Farmedi, ‘Hüccetül İslam’ lakabıyla anılan İmam Gazali’nin de hocasıdır.

Selçuklu veziri Nizamülmülk, Ali Farmedi’ye çok hürmet eder  geldiğinde makamına oturturdu. Sebebini soranlara da “Başka alimler beni överken O kusurlarımı, yanlışlık ve haksızlıklarımı söylüyor ve beni ikaz ederek irşad ediyor” demiştir.

Yusuf Hemedani Hazretleri

Horasan ariflerinden Yusuf Hemedani Hazretleri eski adı Rey şehri olan Tahran‘ın batısında Hemedan şehrinde doğmuştur. Bağdat ve Nişabur’da ilim tahsil etmiştir. Nizamiye medreselerinde ilim tahsil ederek Buhara, Semerkand, Merv, Herat şehirleri arasında müritleri ile toplu seyahatler yapmış, bu seyahatlerde  ve devamında  vaaz-irşad ile geçen hayatında İslam’ın esaslarını, sahabe-i kiram yolunu anlatmıştır.

Türklerin henüz anayurtta bulunduğu sıralarda batıl inanışlara kaymalarını engellemiş, İslam tarihinde önemli vazifeler ifa etmelerine manevi rehberlik etmiştir. Türk tarihinde Sünni İslam ve Tasavvuf ile kurulan irtibat bu tarihten itibaren bir gelenek halini almıştır. Sultan Sencer’in de çok saygı ve hürmet ettiği Hemedani, Hz. Abdulkadir Geylani’yi irşad eden hocaları arasındadır. Aynı zamanda manevi olarak da Ahmet Yesevi ve Abdulhalik Gücdüvani’nin hocasıdır. Gerek Bestam ve Harakan’ın, gerekse Farmed ve Hemedan’ın günümüzde İran sınırları içerisinde kaldığı ve henüz bu makamları ziyaret edemediğim içimde bir ukdedir.

Buhara-Semerkand Arifleri

2007 yılında bir düğün münasebeti ile gittiğimiz Özbekistan ziyaretimiz sırasında Özbek kardeşlerimizin misafirperverlikleri, ikramları ve hala canlılığını koruyan güzel adetlerine şahid olduk. Tüm Özbek dostlar bizleri misafir etmek ve ikram etmek için adeta yarışıyorlardı. Meşhur Özbek Şairi Mirza Gencebeg otobüsle Taşkent-Semerkand-Buhara arasında seyahatimizde bize rehberlik ve arkadaşlık yaptı. Özbekistanı tanıtırken arada okuduğu şiirleriyle de hepimizin gönlünü kazandı.Tefekkürde ibadettir/Tebessümde ibadettir/Muhabbette ibadettir/..mısralarıyla biten uzun şiiri aklımızda ve gönlümüzde yer etti.

.

Özbekistan, Türkistan’da alim, arif ve mutasavvıfların en çok bulunduğu bölgedir. Semerkand ‘da Şâh-ı Zinde diye bilinen Sahabe Kusem bin Abbas’ın kabri yanyana bir çok kubbe ve türbenin son kısmında bulunuyor, ziyaretlerin başlangıç ve çekim noktası durumunda. Semerkand’da Sahih-i Buhari müellifi İmam Buhari’nin kabride büyük bir camiinin avlusunda çinilerle bezeli adeta bir yüzük taşını hatırlatan güzel bir türbede bulunuyor. Buharî’nin on bir asır boyunca sıradan bir mezar olarak kalan kabrinin üzerine Özbekistan’ın bağımsızlığının ardından, 2000’lerin başında Orta Asya Türk Sanatı’nın özelliklerini taşıyan bu türbenin inşa edildiğini anlatıyorlar.

Semerkand seykal-i ruy-i zeminest/Buhara kuvvet-i İslam-i dine est                      Semerkant yeryüzünün/cihanın gözdesidir/ Buhara Din-i İslamın Kalesidir. mısrası çok bilinir

Ayrıca Hacegan yolu büyüklerinde Ubeydullâh-ı Ahrâr  kabri ve dergahıda Semerkand’da bulunuyor. Geniş bir avlunun içerisinde mescid ve önünde geniş daire şeklinde etrafında asırlı ağaçların yer aldığı büyükçe  havuz ve yan tarafta Ubeydullah Ahrar hazretleri ile birlikte başka kabirler bulunmaktadır. Ubeydullah Ahrar 1404-1490 yılları arasında yaşamış, ‘Hürlerin Şeyhi’ olarak bilinir. ‘Tasavvuf, zamanı ve gayreti , Hakkın rızasına en uygun iş ne ise ona harcamaktır’ ve ‘İnsanlara hizmet etmek kalp kazanmaya sebeptir bu nedenle zikirden ve murakabeden önce gelir‘ sözleri çok bilinir. Sultanlarla ve yöneticilerle niçin çok ilgilendiği sorulduğunda halkı yöneticilerin zulmünden korumak ve dine aykırı hareket etmelerini engellemek için olduğunu söylemiştir.

Semerkand’da yaşamış ve vefat etmiş başka bir alimde Semerkand’ın Mâtürîd kasabasından İmam Mâturîdî dir. Özbekistan, bağımsızlığının ardından İmam Buharî’nin kabrinin inşasında olduğu gibi Mâturîdî’nin kabrinin bulunduğu alandaki evler de yıktırılıp, mezarın üzerine bir türbe, etrafına da fıkıh eğitimi veren bir külliye inşa ettirilmiş.

Semerkand ve Buhaara’yı gezerken adeta tarih içerisinde bir yolculuk yapıyormuş hissine kapılıyorsunuz. Emir Timur’un kabrinin olduğu bölge ve medreselerle çevrili Registan  meydanı görülmesi gereken yerlerden.

Türkistan’ın manevi kalbi Buhara

Dünyada “Kubbet-ül İslam (İslam’ın kubbeleri)” unvanına sahip 3 şehirden biri olan Buhara, Türk-İslam medeniyetinde oldukça önemli bir yere sahip. Türk-İslam dünyasında “Yedi Pir” diye bilinen ve babası aslen Malatyalı olan daha sonra Buhara’ya yerleşen Hoca Abdülhalık Gucdevani ile ondan sonra Hacegan yolunun mürşidleri Hoca Arif Rivgeri, Hoca Mahmud Encir Fağnevi, Hoca Ali Rametani, Hoca Muhammed Baba Sammasi, Seyyid Emir Külal ve Bahauddin Nakşibend gibi birçok mutasavvıfı yetiştiren Buhara, bir dönem İslam medeniyetinin merkezi haline geldi.

Bahaeddin-i Nakşibend, Buhara’da ortasında geniş bir havuzun bulunduğu avluda etrafı insan boyundan yüksekçe mermerlerle çevrili ve büyücek bir dut ağacının gölgesinde kalan üzeri açık, yani kubbesiz kabrinde yatıyor. Kabrin önünde şekil bakımından bizdekileri andıran kitabeli bir mezar taşı var ve kitabede özetle “Burası 1318’de buradaki mübarek Kasr-ı Ârifân köyünde doğan, Baba Muhammed Semmâsî ile Emîr Külâl tarafından yetiştirilen, hakikatlerin kâşifi ve hakkın halk üzerindeki delîli olan ve 1389’da vefat eden Seyyid Muhammed oğlu Seyyid Muhammed Bahaeddin’in nurlu kabridir” yazılı.

Bahaeddin Nakşıbend’in kabrini ziyaret etmeden önce onun asırlar önceki arzusunu yerine getirerek beş yüz metre kadar yürüdük ve annesinin mezarını ziyaret ettik…

Bu huzur dolu mekânın gerisinde bulunan medresenin önündeki hayli geniş meydan var. Meydanın ortasında, Bahaeddin Nakşıbend’in zamanından kaldığına inanılan ama kurumuş ve etrafı çevrilerek koruma altına alınmış bir dut ağacı bulunuyor. Özbekistan’ın din işleri ile alâkalı idarecileri ağacın önüne üzerinde yine bizde olduğu gibi “Ağaçtan bir şey beklemek bid’attir, isteyeceğinizi sadece Allah’tan isteyin” yazan bir tabelâ dikmişler.

Bahaeddin Nakşıbend, anlatılanlara göre etrafın bozkır gibi olması ve tek bir ağacın bile bulunmaması üzerine elindeki dut ağacından yapılma asâsını toprağa vuruyor, yerden su fışkırıyor, baston da yeşillenip dut ağacı hâline geliyor, asırlar boyunca ayakta kalıyor ama zamanla her fânî gibi ağaç da ölüyor.

Buhara, modern tıbbın temel taşlarını koyan, tıp, fizik ve felsefe gibi alanlarda çok sayıda kitap yazan ve Batı’da “Avicenna” olarak tanınan İbn-i Sina’nın doğup büyüdüğü yer olması hasebiyle Batılı turistlerin de oldukça ilgisini çekiyor.

Ziyaret ettiğiniz yerlerdeki temizliğin, düzenin ve emniyetin yanında, göreceğiniz samimi misafirperverlik, Özbek halkına karşı muhabbetinizi bir kat daha artıracaktır. Özellikle ikram edilen Özbek pilavı ve yeşil çayın lezzeti doyumsuzdur.

Abdulhalik Gucdüvani Hazretleri

Buhara’ya gidince Gucduvan’ı mutlaka görmek gerekir. Timur’un torunu Timur İmparatorluğu’nun 4. sultanı , Matematik ve astronomi bilgini olan Uluğ Bey, hayatı boyunca birisi Semerkand’da diğeri Buhara’nın merkezinde ve bir diğeri de Gucduvan’da olmak üzere üç medrese inşa ettirmiştir.

Gucduvan’daki medreseyi, Hâcegân-Nakşbendiyye’nin önde gelen mutasavvıflarından Abdülhâlık Gucduvânî’nin kabrinin hemen önüne yaptırmıştır.

Aslında Uluğ Bey, Gucduvan’ı ziyaret edecekler için burada öyle bir iz bırakmıştır ki İslâm medeniyetini zirveye taşıyan ruhu, Gucduvan’a nakşetmiştir. Bu ruh ilmin ve maneviyatın, İslam aleminin bütünleyici cüzleri oluşudur.

Hacegan yolunun kolbaşı büyüklerinden Abdulhalik Gucdüvani, Yusuf Hemedani hazretlerinin halifelerindendir. Babası Anadolu’da Malatya yaşamış daha sonra Buhara yakınında Gucdüvan köyüne gitmiştir. Abdulhalik Gucduvani tahsiline Buhara da başlamış, yirmi yaşlarında manevi hocası Hızır ile sohbet etmeye başlamıştır. Hz.Hızır onun manevi terbiyesi için Yusuf Hemedani teslim etmiş, Hemedani hazretleri onun Hz.Hızır’dan öğrendiği ‘Zikri Hafi’ye devam etmesini tavsiye etmiştir.

Abdülhâlik Gücdüvânî hazretleri vasiyetnâmesinde buyuruyor ki:

Her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol, İslâm âlimlerinin kitaplarını oku.Fıkıh ve hadîs öğren. Arslandan kaçar gibi câhillerden kaç. Bid’at sâhibi inanışları bozuk olan sapıklar ile ve dünyâya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme.

Hacegan yolunun prensipleri olan 11 esas Abdulhalik Gücdüvani tarafından sistemleştirilmiştir.  Bunlar; her nefesi şuurlu alıp verin (Huş der dem), ayağınıza-yolunuza nazar edin (Nazar ber kadem) Vatanınızda sefer edin (Sefer der vatan) Halk içinde Hakk ile olun (Halvet der encümen) , hem dilin hemde kalbin zikirle meşgul olması, Zikirden murat Allah’ı murat ediştir, dille söylemeksizin kalben Allah’a yönelmek, Allah’a yönelmeyi bilgiyle derinleştirmektir. Vukufi adedi, vukufi zamani, vukufi kalbi  nefsi murakabeyi, zamanı ve adedi zikrin huzur ve şuurla zamana, kalbe  ve adede vakıf olarak yapılmasıdır.

Diğer alimlerin de yaptığı söylense de Hatmi Hacegan asıl hüviyetine Gücdüvani zamanında kavuşmuştur. Sohbet meclisinden sonra meclisi zikirle sonlandırdıkları, başında ve sonunda Fatiha okunduğu için yaptıkları zikre Hatm-i Hacegan denmiştir.

Bizde Altın silsile büyüklerinin kabirlerini ziyaretlerimizde İskenderpaşa Cami imamı Mikdat Kutlu ve Esad Coşan Hocaefendinin ağabeyi Mithat Coşan ile birlikte hatmi hacegan yaptık, dua ettik ve Kuran okuduk. Salih ve güzel dostlarla birlikte yaptığımız bu ziyaretler kalbimizde ve zihnimizde sanki o büyüklerin manevi huzurunda olmanın verdiği bir tat ve haşyet bıraktı.

Tacikistan’da Yakub-u Çerhi Hazretleri

Duşanbe de Yakub-u Çerhi Hazretlerinin kabri başında

Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de kabri ve dergahı bulunan Yakub Çerhi hazretlerini 2019 ve 2021 yıllarında ziyaret ettim. Diğer Altın silsile mürşidlerinin makamlarına benzer şekilde bir dergah şeklinde yapılmış, mescid ve mescidden ayrı yapılmış 20 m kadar yakınında tabanı geniş yukarıya doğru daralan yaklaşık 10 m yüksekliğinde minare, avluda hazire kısmında ahşap direkler ve çatıda oymalı işlemeli ahşap kare yapının ortasında mermer kabri bulunuyor. Avluda asırlık çınar ağaçlarının dallarında kuşlar cıvıltıları ile adeta zikrederek dergahın manevi havasını tamamlıyorlar. Çınar ağaçlarının altında küçük havuz ve su şırıltısı dergahın gönlü ferahlatan yapısının bir parçası olmuş.

Mevlânâ Yâkup Çerhî Hazretleri, Afganistan’ın Kâbil yakınındaki  Çerh kasabasında doğdu. Tacikistan’da Mevlana mahlası ile biliniyor, tanınıyor. Babası zâhid ve müttakî bir zât olup, komşuları, bir yetime âit kâseyle kendisine su ikram ettiklerinde, bu suyu kabûl etmeyecek kadar takvâ sahibiydi. Bu hâdiseyi nakleden Çerhî Hazretleri şöyle buyurur: “Yetim malını kullananlar, bundan hiçbir fayda sağlayamazlar!”

Bahaddin Nakşibend ve Alaaddin Attar hazretlerinden ilim ve feyz alan Yakub-u Çerhi , Ubeydullah Ahrar hazretlerini yerine halife olarak bırakmıştır.  Nakşî silsilesinin büyük sîmâlarından Muhammed Zâhid Hazretleri, Derviş Muhammed Hazretleri, Hâcegî İmkenegî Hazretleri onun mübârek neslinden gelmiştir.

Hindistan’da Altın Silsile

İslam, ilk olarak Arap tüccarlar tarafından 7. yüzyılın başlarında Hindistan’ın batı kıyısında gelmiştir. Kerala‘daki Çeraman Cuma Mescidi‘nin, Mâlik bin Dînar tarafından 629 yılında inşa edilen Hindistan’daki ilk cami olduğu düşünülmektedir.

 İslam, 12. yüzyılda Kuzey Hindistan‘a Türk fetihleriyle yayılmaya başladı ve o zamandan beri Hindistan‘ın dini ve kültürel mirasının bir parçası haline gelmiştir. Yüzyıllar boyunca Hindistan’da Müslümanlar, Hindistan’ın ekonomi, politika ve kültüründe önemli bir rol oynadı

2015 itibarıyla Müslümanlar, Hindistan’ın sadece Cemmu ve Keşmir eyaletinde nüfusun çoğunluğunu oluşturuyor. Hindistan’ın diğer bölgelerinde azınlık olarak yoğunlaşmış olup nüfusun en az beşte biri Müslümandır.

Bizde bir gurup arkadaşla beraber 2015 yılı Eylül Ayında Hindistan’a gittik . Gezimizin esas gayesi altın silsilenin Hindistan da bulunan 7 büyüğünün kabrini ziyaret etmek ve bu ülkedeki Müslümanların durumu hakkında bilgi edinmekti. Rehberimiz Tasavvuf ve İmamı Rabbani hakkında geniş bilgi sahibi Prof.Dr.Necdet Tosun bey olunca seyahatimiz aynı zamanda bir ilim ziyafetine dönüştü. Arkadaş gurubumuzda bulunan Necmi Sarıyer’in canlı ve veciz anlatımıyla hatıralar ve menkıbelerde yolculuğumuzun güzel hatıraları arasında yer alıyor.

Delhi Havalimanı’nda gümrük işlemleri sonrası Agra‘ya hareket ediyoruz  yaklaşık 4,5 saat süren yolculuk sonrası Hindistan’daki Türk Medeniyeti’nin en görkemli eserlerinin bulunduğu Agra’da  Dünya’nın 7 harikasından biri olan Tac Mahal’i ziyaret ediyoruz. Hindistan’da hüküm süren Türk Hanedanı Babürlülerin Dünya mimari mirasına hediyesi Tac Mahal’i; Babür Hanedanı’ndan Şah Cihan’ın büyük bir aşk ile tutkun olduğu eşi Mümtaz Banu’nun 14. çocuğunu dünyaya getirirken vefatı üzerine inşa ettirmiştir. Bu mermer mimarisi şaheseri yapı 1632 – 1652 yılları arasında yapılmış ve inşaatında Mimar Sinan’ın talebeleri Mehmet İsa ve Mehmet İsmail Efendiler de çalışmıştır. Bu eşsiz yapının içinde Şah Cihan ve eşi Mümtaz Banu’nun kabirlerinin ziyaretinden sonra Tac Mahal’in iki yanında inşa edilen misafirhane ve caminin görülmesi sonrası Agra’ya altın çağını yaşatan Ekber Şah tarafından yaptırılan Agra Kalesi’nin dışarıdan görüyoruz. 

Delhi’de Hz. Seyyid Nur Muhammed-i Bedvânî  kabrini ziyaret ediyoruz. Hazretin kabri yeşillikler içerisinde adeta bir cennet bahçesi huzur ve sukunetini hissettiriyor. Hemen Müslüman mezarlığınını yanında bulunan hinduların ölü yakma yerinde kast sistemine göre köle asil ve efendilerin ölülerinin ayrı katagoride yakıldığı ölü yakma yerini görüyoruz. Yeni vefat etmiş 45-50 yaşlarında bir kadının cenazesi yakılmak üzere hazırlanıyordu. Hazırlanan odun öbeği üzerine konmadan önce süslenmiş, makyajı yapılmış ve çiçeklerler çevrelenmişti. Açıktan odun öbeği üzerinde yakılacağı için kast sistemine göre alt kademeden biri olmalıydı. Etrafta hissettiğimiz ağır ve bunaltıcı hava bizlere tekrar bütün benliğimizle  yaşarken de ölürken de Elhamdülillah iyi ki Müslümanız diyoruz.

Delhi’de altın silsilenin  büyüklerinden Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî  ve Şemsüddin Cân-ı Cânân-ı Mazhar ‘ın kabirlerini ve onlardan uzakta bir yerde olan Muhammed Bâkî  kabrini ziyaret ediyoruz ziyarete gidiyoruz. Hindistanın kalabalığı, keşmekeşi, dağınıklığı arasında evliyaullahın kabirleri ve dergahları adeta çölde bir vaha ferahlığı veriyor. Abdullah dehlevi nin kabir ve makamının yanındaki mescidde namaz kılıyoruz. Türkiye!den geldiğimizi öğrenen vakıf yetkilileri hemen ikram yarışına giriyorlar. Teşekkürler ve dualarla ayrılıyoruz.

Ziyaretimizi müteakip Eski Delhi dar sokaklarında adeta nehir gibi akan kalabalık arasında açıkta satılan yemekler, etler, sebze ve meyveler arasında serbestçe dolaşan maymunlar, köpekler, inekleri görmeniz mümkün.

Babürlüler tarafından 16. yüzyılda kurulan Delhi’nin eski kısmında Şah Cihan tarafından yaptırılan Hindistan’ın en büyük camisi Cuma Mescidi ve Kutsal Emanetleri ziyaret ediyoruz. 1911’de İngilizler tarafından kurulan Yeni Delhi bölümünde ünlü hindu lider Mahatma Gandi Parkı ve  Gandi‘nin yakıldığı yeri görüyoruz.

İmam-ı Rabbani –Serhend Köyü

Delhi’den Serhend‘e doğru yola çıkıyoruz (260 km, yaklaşık 5,5 saat). Hindistan’da yetişen büyük âlim İmam Rabbânî Ahmed Fâruk es-Serhendî,. Muhammed Ma’sûm  ve  Şeyh Seyfüddin ‘in kabirlerini ziyarete gidiyoruz. Serhend daha çok Hindu ve Sihlerin ağırlıuklı olarak bulunduğu küçük bir ilçe. Pakistan ile Hindistan’ın ayrılması sırasında bu bölgede bulunan Müslümanlar baskı ve şiddetten kaçarak Pakistan’a yerleşmişler. Şu anda dergahta ve çevresinde bulunan Müslümanlar İmamı Rabbani’ni onları rüyalarında kendi dergahı yanında yerleşmelerini isteyerek çağırdığını belirtiyorlar. Dergahın sakin ve huzurlu havası hemen çıkış kapısının karşısında yer alan Sih tapınağının kasvetli havası ile bozuluyor. Keşke bu bölgede İmamı Rabbani hazretlerinin manevi makamına uygun şekilde bir ilim ve irfan merkezi haline gelse diye düşünüyorum.

İmamı Rabbani 1564 Doğu Pencap’taki Sirhind’de (Serhind) doğdu. Nakşibendiyye tarikatı mensupları arasında İmâm-ı Rabbânî ve “müceddid-i elf-i sânî” (hicrî II. binyılın müceddidi) unvanlarıyla tanınır. Hindistan’da Nakşibendi mürşidi Hâce Bâkī-Billâh’dan ilim ve manevi eğitimini aldı. Bâkī-Billâh’ın bazı müridleriyle birlikte Sirhind’e döndü.

Mürşidi Bâkī-Billâh ile mektuplaşmaya başladı .bu mektuplar onun Mektûbât adıyla derlenen eserinin temelini oluşturur; Mektûbât’ta Bâkī-Billâh’a yazılmış yirmi altı mektup bulunmaktadır. Bir yıl sonra Delhi’ye giderek şeyhini tekrar ziyaret eden İmamı Rabbani, bu ziyaret sırasında Bâkī-Billâh oğullarının mânevî eğitimi için onu görevlendirdi ve aynı yıl içinde vefat etti

Birçok mektubunda çeşitli vesilelerle bu tarikatın üstün yanları olarak gördüğü hususları saymıştır. Bunların belki de en önemlisi Nakşibendiyye’nin bidâyetinin nihayeti içermesidir (indirâcü’n-nihâye fi’l-bidâye).

Hz. Ebû Bekir’e ulaşan bir silsileye mensup olduğunu iddia eden tek tarikat Nakşibendiyye’dir. Hz. Ebû Bekir, İmamı Rabbani ‘ye göre peygamberden sonra en mükemmel insandır; onun tarafından temsil edilen sıddîkıyyet makamı en yüksek velâyet makamıdır ve bundan dolayı en yüksek makam olan nübüvvet makamı ile derinden bağlantılıdır. Sıddîk olmasından dolayı Ebû Bekir, sahip olduğu örnek ruhî uyanıklığı kendisinin mânevî nesli olan Nakşibendîler’e miras bırakmıştır

İmamı Rabbani tarikatı şeriatın bir hizmetçisi olarak görür. Şeriatın üç kısmı vardır: İlim, amel ve ihlâs. Bu üçü kâmilen bir arada bulunmadıkça şeriat tam mânasıyla tatbik edilmez. Sûfîleri toplumdaki diğer insanlardan ayıran tarikat şeriatın bir hizmetçisi olup görevi ihlâsı kemâle erdirmektir. Tarikata intisap etmekten maksat yalnızca şeriatı mükemmel bir şekilde yaşamaktır, yoksa şeriata ilâveten yeni şeyler ortaya koymak değildir (a.g.e., I, 100-101).

İmamı Rabbani’den sonra da Müceddidiyye’nin kolay yayılmasına tesir eden en önemli husus, onun şeriatın başka bir şeye ihtiyaç bırakmaması konusundaki vurgusudur. Bu vurgu tarikatın ulaştığı her yerde zâhir ulemâsına cazip gelmesine, hatta bazı durumlarda medrese ve tekke arasında kurumsal bir kaynaşmaya bile yol açmıştır.

Pakistan’da Cemâat-i İslâmî’nin kurucusu olan Mevdûdî de Sirhindî’yi benzer şekilde Hint yarımadasında İslâm’ı kurtarmakla över ve onun “müceddid-i elf-i sânî” olduğunu kabul eder. Fakat bu sıfatı ona Ekber Şah ve Cihangir’e karşı durarak yaygın bozuk felsefî düşüncelerden arındırdığı ve halk arasında yaygın olan bâtıl hurafelere acımasızca saldırdığı için lâyık görür Muhammed İkbal ise İmamı Rabbani’yi  yeni bir din psikolojisi geliştirdiği ve “yön verici güç dünyası”nı keşfettiği için tasavvufun ihya edicisi olarak görür.

Şam Bölgesinde Mevlana Halid

Hocası Abdullah Dehlevi’den ilim ve irşad eğitimini aldıktan sonra Şam’a yerleşmiş ve orada vefat etmiştir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Bağdat’ın kuzeyinde bulunan Zûr şehrinde doğdu. Daha genç yaşlarında keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı sebebiyle zamanın aklî ve naklî ilimlerinde gâyet yüksek bir seviyeye ulaştı. Hesap, hendese, astronomi ilimlerine varıncaya kadar hemen hemen bütün sahalarda derinleşti. Hangi ilimden ne sorulsa derhâl cevâbını verir, ondaki yüksek zekâ ve engin bilgi ummânı karşısında herkes hayrette kalırdı. Zamanın pek çok büyük âliminden ilim tahsil etti ve icâzet aldı. Böylece devrindeki ulemânın ve tasavvuf erbâbının en üstünü oldu

Abdullah Dehlevî Hazretleri, hizmet, mücâhede ve çetin riyâzetlerle vazifelendirdiği bu büyük talebesine husûsî ve derûnî dersler okuttu. Daha beş ay geçmeden üstâdı Abdullah Dehlevî Hazretleri ona huzur ve müşâhede ehlinden olduğunu müjdeledi. Mevlânâ Hâlid , üstâdının gözbebeği hâline geldi. Basit hizmetleri dahî büyük bir tevâzû ile îfâ ederek nefsini iyice küçük düşürüyor, ağır riyâzetlerle nefsinin arzularını kırmaya gayret ediyordu. On ay sonra zamanının bir tânesi ve Hak dostlarının numûne-i imtisâli hâline geldi.

Nihâyetinde üstâdı ona, Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çiştiyye tarîkatlerinde tam ve mutlak icâzet verdi. Bunların yanında hadis, tefsir, tasavvuf gibi ilimlerde ve kendi hazırladığı hizb ve evrâdı rivâyet etme hususunda icâzet verdi. Sonra da kat’î bir emirle, memleketine gidip mâneviyâta susamış insanları irşâd etmesini söyledi. Öyle ki nice âlim ve ârif zâtlar dahî onun tâlim ve terbiyesine mazhar olabilmek için can atıyordu. Kısa zamanda sayısız mürîd ve pek çok halîfe yetiştirdi. Büyük Hanefî fakîhi İbn-i Âbidîn ile Rûhu’l-Meânî adlı tefsîrin müellifi Âlûsî de onun halîfelerindendir.Halifelerinden Süleyman Ervadi hazretleri’de altın silsilenin İstanbul’daki temsilcisi Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin mürşididir.

Ruslara karşı yirmi dört sene şan ve şerefle harp eden Kafkas cengâveri İmâm Şâmil de, bu silsilenin berekâtındandır. Şunu bilhassa ifâde etmek gerekir ki, daha böyle nice mücâhid serdarlar yetiştiren tasavvuf, bâzı gâfillerin iddiâ ettikleri gibi kendini toplumdan tecrid edip bir kenara çekilmek değil, zâhirî ve bâtınî cihâdı müştereken yürüten ulvî bir dinamizmdir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin, tasavvuf yolundaki tesiri ve nüfûzu çok büyüktür. Öyle ki, Nakşîlik yolu, kendisinden sonra âdeta Hâlidîlik olmuş ve bu kol, Osmanlı coğrafyasının en yaygın tasavvuf mektebi hâline gelmiştir. Zira Mevlânâ Hâlid Hazretleri, şer’î ve mânevî ilimlere âdeta asr-ı saâdet neşvesi kazandırmıştır. O devirde bâtıl îtikadların tehlikesine karşı dîn-i mübîni ve tasavvufî hayatı öz mâhiyetiyle müdâfaa etmiştir.

Bütün ömrünü “Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin!” yani “kendi görüş ve ölçülerinizi Kitap ve Sünnet’ten öncelikli görme gaflet ve cür’etinden sakının!” düstûruna riâyetle yaşayan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, şer’î hususlarda aslâ tâviz vermemiştir. Nefsâniyete meyleden, Sünnet-i Seniyye’den ayrılan, bid’atlere dalan kimseleri îkâz etmiş, onları ıslah edinceye kadar ısrarla buna devam etmiştir.

Şam’da müthiş bir tâun (vebâ) hastalığı zuhûr etmişti. Bu sebeple Mevlânâ Hâlid Hazretleri, şehirden çıkmak istemedi. Ahâliye de tâundan ölenlerin şehîd olacağı hakkında hadîs-i şerîfler okudu. Bu esnâda bir kimse geldi ve: “–Efendim! Duâ edin de bana tâun bulaşmasın!” diye yalvardı. Hazret-i Pîr, duâ etti ve bu şahsa tâun hastalığı bulaşmadı. “Efendim, kendiniz için de duâ etseniz!” denilince:“–Rabbime kavuşmayı istememekten hayâ ederim!” buyurdu.

Suriye ile Türkiye’nin çok yakın dostane ilişkiler  içerisinde bulunduğu 2009 yılında Gaziantep-Halep-Şam güzergahında Mevlana Halidi Bağdadi hazretlerini kabri ve makamını da ziyaret ettik. Şam’ın etrafındaki yüksek tepelerden Kasiyun tepesinin alt kısmında Muhiddin Arabi^nin makamına yakın ve üst kısmında bulunuyor. Küçük bir avlu içerisinde kabri ve türbesi yer alıyor. Ziyaretten sonra Konya’dan bir gurup arkadaşın bu türbe ve kabrin bakımını ve tadilatını yapacağını öğrendik.

Tacikistan da dostlarla

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın