
Rahmetli babam,ömrünün son yıllarında hatıralarını küçük bir cep ajandasına yazmış. Ajandanın tarihi 1976. 30 Kasım 1979 tarihinde vefat eden babam demek ki vefatından 3 yıl önce hatıralarını yazmaya başlamış. Hatırladığım kadarıyla hasta olduğu günlerde evde istirahat ederken bir günlük tutmaya başlamış.Bu ajandanın o günlerden kalma olduğu anlaşılıyor.
Hatırımda kaldığı gibi çocukluğumun o günlerinde Gürün’de amcamların eviyle bitişik evimizde köşedeki odada babam ve ben hasta olarak yatıyorduk. Babam sık sık baş ağrısından dolayı Gripin denilen ilacı kullanır bazen de şiddetlenen baş ağrısı nedeniyle 2-3 gün evde yatmak zorunda kalırdı. Bende o günlerde bademcik iltihabı nedeniyle evde yatıyordum.
Babamla birlikte yoğun vakit geçirdiğim nadir zamanlardandı. Normalde çok yoğun çalışır, sabah namazı sonrası mesaiye başlar, gece geç saatlere kadar çalışırdı. Hasta olduğu 2- 3 günlük zamanlarda mecburen evde kalır, o zamanlarda ailecek hoşça vakit geçirirdik. Evde annem ve yengem, sobanın üzerinde ıhlamur kaynatır, sobanın fırınında kömbe ve patates pişirirdi. Babam nisbeten kendini iyi hissettiği zamanlar eski günlerden ve hatıralarından bahsederdi. Birlikte hasta yatağımızda şifa niyetine ıhlamur içerken, radyo tiyatroları dinler, tarihi kitaplar okur, pencerenin önündeki elma ağacına konan serçe kuşlarını ve yamaçlardaki ağaçları izler, babamın hayata dair konuşmalarını dinlerdim.
Babam ‘Ahçı Ahmet’ diye bilinen Gürün’ün tanınan esnaflarından biriydi. Yıllarca Amcam ‘Ahçı Hoca’ ismiyle maruf Mehmed Hocayla birlikte ortak olarak ‘Bilenler Lokantası’nı çalıştırdı. Çileli bir hayat sonrası yıllarca hasret duyduğu aile sıcaklığını bir daha kaybetmemek için kardeşler birbirlerine sımsıkı sarılmış ve diğer akrabaları da etrafına toplamışlardı. Babamla Amcam birbirine karşı çok saygılı ve muhabbetli idiler. Amcamın vakarlı, sert, disiplinli duruşu herkeste saygı uyandırırdı. Eşleri annem ve büyükanne dediğim teyzemde kardeş oldukları için bir müddet aynı evde birlikte oturmuşlardı. Daha sonra çocuklar çoğalınca, aileler kalabalıklaşınca, aynı bahçe içerisinde başka bir ev yapıldı ve biz aile olarak oraya taşındık.
Bu bahçe içerisinde bitişik nizam iki katlı iki ayrı evde sanki aynı ailenin çocukları gibi –Gürün ağzı ile aynı evin horantası gibi- yaşadık. Amcamın sekiz çocuğu ile biz dört kardeş birbirimizi hep kardeş bildik. Çok güzel ve hoş anılarla birlikte acı tatlı olaylarla hayata hazırlandık. Bu bahçede en acı hatıram soğuk bir kış günü sabahı babamın Kayseri’den vefat haberi ve cenazesinin gelmesi idi. O gün adeta zaman durmuş, rüzgar esmez kuşlar ötmez olmuştu.
Babam olgun, anlayışlı, latifeci, derviş meşrep bir insandı. Olaylar karşısında hep mütevekkil ve iyimser durur “Öyle eyle, böyle eyle, Nasıl biliyorsan öyle eyle” derdi. Bu söz Sivas’ta ‘Mevla görelim neyler/ Neylerse güzel eyler ‘ sözü yerine kullanılır. Çok çilelerden sonra hayatı anlamış olduğundan hırs ve tamah etmez, herkese yardımcı olmaya çalışır, kimsenin varına yoğuna karışmazdı. Sık duyduğum sözlerinden biride “Ağanın konağı varmış Bana ne/ Benim kulubem varmış, Sana Ne ?” idi.
Yıllar sonra babamın hayatının bir kısmını anlattığı bu günlükte yazılanları, onun kelimelerine dokunmadan bir dosya haline getirmek nasip oldu. Babamın günlükteki notları, bir dönemin sosyo-ekonomik şartlarına ışık tutması bakımından önemli olduğu için paylaşmayı bir zaruret olarak gördüm.
İşte babamın o notları…..
“Adım Ahmet Semiz..2.8.1928 tarihinde dünyaya talihsiz bir kimse olarak gelmişim.Babam benden birkaç sene sonra hayata veda etmiş ben bilmiyorum. Babamın ölümüyle benimle beraber üç kardeş yetim kaldık. Kardeşlerin ismi yaş sırasına göre Mehmet-Ahmet ve Yusuf idi. Fakir olduğumuz için birkaç sene sonra annem de evlendi. Bizler tamamen ortada kalmıştık. Zamanda çok kötüydü.Millet yeni harpten çıkmıştı ve herkes yoksuldu.”Bizleri barındıracak kimse yoktu” desem yerinde olur sanırım.
Beni anneannemin yanına verdiler. Mehmet ismindeki benden büyük olan abimi Mehmet Nazi isimli bir hocanın yanına verdiler. Benden küçük olan Yusuf ismindeki kardeşimi de annem yanına aldı. Böylece baba ocağı dağılmış oldu. Benim için yeni bir hayat başladı.
Bir müddet anneannemin yanında kaldım. Bir gün dayım geldi, anneannemi alıp Konya’ya götürdü, ben yine ortada kaldım. 1938 senesine kadar birçok kimsenin yanında kaldım.1938 senesinde beni Kalaycı Ali isminde bir ustaya çırak verdiler. Veren de babalığım olan Hasan Efendi idi.
Kalaycı Ali usta ile birkaç ay köylerde çalıştık. Yanında çalıştığım usta da fakirdi.Onunda çocukları bizler gibi aç idi.Biz yine köyde kap-kaçak kalayladığımız evlerden gelen yemeklerle geçiniyorduk.Ama ustanın çocukları bizden de kötü durumda idi.Bunun sebebini ben o zaman anlayamadım.Çünkü yaşım bunu anlamama müsait değildi.
Nihayet kış geldi, usta bizi köyden Adana’ya götürmek istedi. Bizi diyorum, çünkü ustanın yanında benden başka bir arkadaş daha vardı.Onun ismi deAli idi. Bir gün Tekirahma köyünden yola çıktık.Yanımızda malzemeyi taşımak için iki tane de eşek vardı.Böylece beş canlı olan konvoyumuz yola çıktı. Arkadaşım Ali ve ben yorulduğumuz zaman hayvanlara binerek yolumuza devam ediyorduk. Fakat kötü talihim bana orada da yar olmadı.
Mevsim kış olduğundan soğuğun şiddetinden ben ayaklarımı üşüttüm. Beni yakın bir köye götürdüler.Beni orada iki gün ağılda ahmının (Hayvan gübresi)içine koydular.İki günden sonra kervanımız yoluna devam etti. Tabii ki açlığımız da devam ediyordu.
Yola çıktığımızın ikinci günü idi. Kış yine şiddetini artırdı. Bu seferde yolumuzu kayıp ettik. Akşamüstü dağda bir ağıl bulduk, geceyi orada geçirmek mecburiyetinde kaldık.
Karnımız açtı.Köyden biraz un almıştık. Ustam onu kar suyu ile hamur yaptı. Sonra da bir taş ocağının yanına koydu.Hamuru da üstüne koydu.Orada hamur biraz koyulaştı.Ben, usta ve Ali yarınki yapacağımız yolculuk için onu yedik.
Ağıla geldiğimiz zaman ustam ağılın bir tarafından bir tane tersik kırmış, onu yakmıştık. Sabaha kadar o bize yetti.Sabahleyin yine yolculuk başladı. O hamurla iki gün yol aldık. Gittiğimiz yerlerin isimlerinin şimdi bazılarını hatırlıyorum. Geçtiğimiz dağın ismi Binboğa dağı idi.Orada yolumuzu kayıp etmiştik.
İkinci günü vardığımız şehrin ismi de o zaman hatırımda. Şimdiki ismiyle Göksu. Akşamüstü kasabanın üstündeki tepeye varmıştık ki ustam “Biz buraya giremeyiz”demişti. Şimdi anlıyorum ki paramız yokmuş. Tepede mağara gibi bir yer bulduk, oraya girdik.
Ustam bir çam ağacı buldu getirdi onu yaktı.Oda çok yağlıymış.Sabahleyin çam ağacından çıkan isten dolayı birbirimizi tanıyamaz olmuştuk.Tabii ki karnımızda fena açtı.Ustam o günkü para ile bana 5 kuruş verdi.Ben de ekmek almak için şehre inmiştim.
Şehre varınca ekmekçiden ekmek istedim. O da bana iki çeşit ekmek gösterdi.Benimdaha önce hiç görmediğim beyaz ekmeği aldım.Meğer o ekmek öbür ekmekten pahalıymış.Onun için bana ekmeği az verdiler.Kafilenin yanına geldiğim zaman ustam bana kızdı. Çünkü az olan ekmek bize yetmedi
Beni üzen ustamın kızması değil, şehirdeki çocukların benimle alay etmeleriydi.Bunun sebebi de tahminimce yüzümdeki çam ağacının isinden kaynaklanan kara idi. Benimbundan dolayı üzüldüğümü gören ustam şehre girmedi ve dağdan yolumuza devam ettik.Yine oradan ayrıldığımızın üçüncü günü Kozan kazasına yakın bir yerde konakladık.Orası da çok güzel, ormanlık bir yerdi.Açlıktan ben ve arkadaşım Ali çok fena duruma düşmüştük.Ustamız da aynı durumda idi.
Ormanın içinde bir tek ev vardı.ArkadaşımAli ile ekmek istemek için oraya gittik.Kapıyı vurduk ama kimse çıkmadı.Kapıyı hızlıca itince kapı açıldı ben ve arkadaşım Ali içeriye girdik.Bir köşede yığılı duran yufka ekmeğini gördük.Ondan biraz olsun almak istedik.Fakat ne mümkün.Yufka o kadar ince açılmış ki elimiz değdiğimiz zaman ufalanıverdi.
Bunun üzerine örtünün dört ucundan tuttum sırtıma aldım. Ali benim arkamda olduğu için örtünün arasından alabildiği kadarıyla karnını doyurmaya çalışıyordu .Nihayet ustanın yanına geldik. O bu işe bizden daha çok sevindi. Bu ekmek bizi Kozan’a kadar idare etti. Kozan’a varınca artık kıştan kurtulmuştuk. Köylerde sıklaşmıştı. Arkadaşımla ben her gördüğümüz köye gidiyor, ekmek istiyorduk.Kozan’ı geçmiş bir akarsuya varmıştık ki o sudan karşıya geçmemiz icap etti.
Benim kafilenin önünde gitmem gerekiyordu.Ben “Bu su derin, bizi geçirmez” dedimse de ustam oraları bildiği için “Biz her zaman geçeriz” dedi ve bana da kızdı.Ben de eşeğin yularını tuttum ve suya girdim.Su beni içine çekmeye başladı.Bu sırada eşek de suya girmemek için çaba gösteriyordu. Nihayet su benim boyuma kadar çıkınca beni yuların yardımı ile geri çektiler.
Bu seferde ustam öne düştü.Oda benim gibi oldu ve suya kapılmak üzere iken son anda eşeğin yardımı ile geri çıktı. Şimdi anlıyorum ki yolumuzun kısalması için oradan geçmemiz gerekiyormuş.
İki saat kadar gidince bir köye vardık. Orada o suya köprü yapmışlar.Yazın Seyhan nehri taşınca oradan fazla su gelirmiş.Bizi Allah kıştan koruduğu gibi sudanda korudu. Yoksa az kalsın suya kapılıp gidiyorduk. Anladım ki vakit tamam olmadan hiçbir felaket seni götürmüyor.
Böylece her gün dinlenerek yolumuza devam ettik.Birkaç gün sonra Seyhan’a vardık. Seyhan’da birkaç gün kaldık. Sonra yine köylere kalay için gittik.
Bir gün de bizi orada yörük ismi verilen çadırcılar çağırdı.Onların kaplarını kalay yapmamızı istediler.Bir ormanda çadır kurmuşlar.On kadar çadır var idi.O çadırlara takımları yerleştirdik.
Ustamla Ali ismindeki arkadaşım kalay almak için Seyhan’a gittiler. Ben de o çadırlarda yaşayan çocuklarla oyuna dalmıştım.Çocuğun birisi bizim takım koyduğumuz çadıra girmiş ve bakır kesmek için kullandığımız makası almış.Ben oyunda olduğum için bu durumu görmemiştim.
Ustamla Ali akşam geldiler. Akşam makas lazım oldu, bulamadık. Ustam beni dövdü ben de kenara kaçtım. Beni yakalamayacağını anlayınca oradan aldığı tavayı atınca tava kafama dikildi. Ben canımın acısından hızlıca kaçtım. İleride bir yere varınca kafama dikilen tavayı çıkardım ve yine kaçmaya devam ettim. Karanlıkta beni bulamayacağını anlayan Ustam geri dönmüştü.Ben de kafamın acısıyla ve dönersem daha kötü olur diye düşünerek ormana daldım.Sonradan ismini öğrendiğime göre burası Zarkun yaylası etekleriymiş.
Ormanda çakallar uludukça korkmaya başladım. Bir yandan kafam ağrıyor yüzüm gözüm kan içinde…Ne yapacağımı bilmiyorum. Sırtımda yelek gibi bir şey vardı. Hem beni yiyecek hayvanı görmeyeyim hem de yara soğuktan sızlamasın diye yeleği çıkardım ve kafama sardım. O halde bir ağacın altına oturdum. Böylece orada uyumuşum.Uyandığım zaman güneş bir hayli yükselmişti.Artık geri dönmek benim için zordu.Hem korkuyor hem de utanıyordum.Çünkü yüzüm gözüm kan içindeydi.Çadırdaki çocuklar benimle alay edecekler diye oraya gitmek istemedim. Ne yapmam lazım olduğunu da kestiremedim. Bu kararsızlık içinde yoluma devam ettim.
Yol beni bir ovaya çıkardı. Yine neresi olduğunu bilmediğim bir yerde bir yola vardım.Bu yol,o zaman kadar hiç görmediğim bir demir yolu ile yanyana idi.O zaman anladım ki bu yol beni bir köye veyahut bir kasabaya götürecek.Bu şekilde yola devam etmeye başladım.Ne kadar gittiğimi bilmiyorum.Vakit de öğle olmuştu.Talih beni yine açlığa mahkum etmişti.Fakat mutlaka Yaradanın beni koruyacağından şüphem yoktu.
Bu inançla devam ediyordum ki arkamdan üç tane atlı geldi.Atlılar bana yaklaşınca bir tanesi “Bu leylekler sizin mi?” dedi.Ben de ona cevaben “Onlar Allah‘ındır” dedim.Bilindiği gibi kış olunca bu tür kuşlar sıcak yerlere giderler. O kuşlarda bahane oldu.
O zaman atlılardan biri“Bu çocuk buralı değil, bunun konuşması buralılara benzemiyor” dedi. Atlılardan biri “Sen nerelisin?” dedi. Ben de Gürünlü olduğumu söyledim. Burada ne aradığı mı sordular.Ben de yaşadıklarımı olduğu gibi onlara anlattım.
O yolcularda Darendeli imişler.Köylerde pamuk hallaçlığı yapmışlar şimdi geri dönüyorlarmış. Atlılardan biri beni terkisine aldı.Bu sefer yaya olmaktan kurtuldum,Fakat karnım yine açtı.Ancak onlara bunu söyleyemedim.
İkindiye yakın bir pınarın başına vardık.Orada mola verdiler, benim karnımın aç olduğunu bu sırada öğrendiler.Bana bir tas şerbet yaptılar, içine ekmek doğradılar ve yememi istediler.Bense hala elimin yüzümü kan içinde olduğunu ve başımdaki yaranın ağrıdığını bilmeyecek kadar açtım. Ustamgil ile çadırlara giderken bir şey bulup yememiştik.Onlar Seyhan’dan ekmek getireceklerdi.Gelince de benim açlığımı sormadan bir kabın altına yama yapmak için makas lazım olmuştu.Demek oluyor ki ben üç gündür açtım.
Ekmeği nasıl doğradığımı bilmiyorum.Onlar beni seyre dalmışlar.Ben tastaki şerbeti ve ekmeği bitirince karnım doyunca farkına varabildim.Biraz da hareketimden utandım ama olan olmuştu.
Atlılardan biri yanıma geldi ve “Gel senin yüzünü yıkayalım”dedi.Yüzümü yıkadım lakin kafamdaki yara ağrımaya başladı.O zamana kadar onlar ne konuşsalar ben anlamıyordum.Ne zaman ki karnım doymuş, elimin yüzümün kanı gitmiş o zaman aklım başıma gelmişti.
Onlardan biri “Biz bu çocuğu böylece götüremeyiz. Yolda soğuktan öldürürüz.Onu götürelim Osman Ağaya verelim.O isterse yazın göndersin, istemezse yanında alıkoysun.Onunda zaten oğlu yok” diyordu.
Akşam Osmaniye şehrine vardık. Beni pınarın başında konuştukları gibi Osman Ağaya verdiler. Oda beni evine götürdü.Eve vardığımız zaman evde benden başka iki tane kız çocuk olduğunu gördüm. Onlar da bana sanki bir yakınları gelmiş gibi bakıyorlardı. Bense sadece şaşırmıştım. Şimdiye kadar hiç görmediğim bir sevgi ile karşılaşmam beni duygulandırmıştı. Anne kucağı görmemiş, yaşından çok çile görmüş olan ben, o anda neredeyse sevincimden ağlayacaktım.
Bana o kadar şefkatle yaklaştı ki o hanenin hanımına anne demeye başladım.Annem beni aldı önce kafamdaki saçları makasla iyice temizledi.Ondan sonra da vücudumu temizledi.O zaman baktım ki bakımsızlıktan yoksulluktan iyice bitlenmişim.
O günlerde hemen herkeste bit vardı ama benimki kadar değildi. Ben bazen kafamı kaşıdığım zaman bitleri elimde toplardım.Ben daha önce ne berbere gitmiştim ne de makinayla saçımı kestirmemiştim. Benim yaşıtlarımın çoğu traş makinesini bilmezdi.
Annem beni yıkadı, kafamdaki yarayı da merhemledi. Sonra beni bir yatağa yatırdı. Sanki dünyanın yumuşaklığını oraya döşemişler, beni de onun içine atmışlardı.Nekadar zaman yattığımı bilmiyorum.Kalktığım zaman öğle olmuş, evin kızları okuldan gelmişlerdi.
Annem geldi yataktan çıkardı.Yeni elbiseler alınmış onu giydim. Elbiseleri giyince kendimde bir rahatlama buldum.Sanki bu insanlar benim asıl anne babammış gibi gelmeye başladılar bana.O kızlar da sanki benim öz kardeşim gibi bana davranmaya başladılar.
Ben de artık o evin oğlu olmuştum.Kızlara“abla” diyor, kadına “anne” Osman ağaya da “baba” diyordum.. Böylece günlerimiz geçti. Sene 1939 olmuştu. Yaz mevsimi gelmiş köyde sıcaklar başladığı için Zarkum Yaylasına gitmiştik.Hafta tatilinde de babamız geliyordu.Ne ihtiyacımız varsa o görürdü.O gidince evin erkeği sanki ben olmuştum.Bana öğrettiği üzere bakkaldan kasaptan fırından ihtiyacımız olan ne varsa alırdım.Kendisi gelince de gider öderdi.
O günlerde babamız hafta tatiline gelmişti.Şehirde işi çokmuş, annemden izin istedi beni de beraberinde götürdü.Akşama ben atla tek başıma geri dönecektim.Osmaniye‘ye beraberce geldik, kendisi dükkana gitti.Ben de evin yanındaki portakal bahçesini sulamak için evde kaldım. Babam akşam saatlerinde geldi ve geç kaldığımı bildiği halde gitmek mecburiyetinde olduğumu söyledi. Annemin bekleyeceğinden bahsederek “Korkmadan git” dedi.Beni ata bindirdi. “Sakın korkmayasın, bu at seni düşürmeden eve götürür” dedi.Ben de babama korkmayacağımı söyledim ve atı sürdüm.At o kadar güzel bir hayvandı ki beni sanki incitmekten korkuyormuş gibi yavaş gidiyordu.
Gittiğim yerin yol güzergahı her çeşit yabani hayvanın yaşadığı bir ormanlık alandı..Gece olmuş yolumu göremiyordum.Artık yolun durumu sadece atımıza kalmıştı.
Birden kendimi yerde buldum ve ne olduğunu anlamaya çalıştım. Baktım ki iki çam ağacının arasına düşmüşüm.At benim yanıma geliyor.O zaman anladım ki oradan yaban domuzları geçiyormuş.O sıra bizim önümüze gelmişler.Ben onları görmedim ama atımız görmüş.Kendisini geri atmakla hem beni kurtarmış hem de kendini kurtarmış.Ben o iki ağacın arasına düşmüş olduğum için at sanki beni sormaya gelmiş gibi yanıma geldi.Ben o sırada kalkmıştım ama her tarafım ağrıyordu.Yürüyecek halde değildim.
At ise beni bekliyor beni kokluyordu.Atın yularından tutup yüksekçe bir yere götürdüm ve tekrar ata bindim.At beni oradan uzaklaştırmak ister gibi keyifle şahlandı. Ben o kadar çok korkmuştum ki atın süratle gitmesine dahi mani olamıyordum.
Geç vakit eve geldim.Annem halimi görünce çok sinirlendi ve babam gelince ona çok kızdı.O da beni bir daha yalnız bırakmadı.O yaz o kadar tatlı geçti ki anlatamam. Ama yine de zaman zaman Gürün’deki annem aklıma geliyor ve hüzünleniyordum. Anne ocağını arıyor hep o duygu ile yaşıyordum. Allah’a dua ediyordum. Bir süre sonra annem benim kaybolduğumu duyduğu için baygınlık geçirdi mi diye düşünmeye başladım.
Tabii ki ustam ile Ali benden ayrıldıktan sonra memlekete gitmişlerdi. Annem benim kayıp olduğumu öğrenecek ve niye gelmediğimi duyunca üzülecekti. Nitekim öyle olmuş.Hatta ustamı mahkemeye vermişler.Birkaç ay hapiste yatınca kefaletle cezaevinden çıkmış.Gidip beni bulacağına dair savcıya söz ve imza vermiş.
Ben annem ve kardeşlerim oradan göçmek zamanına gelmiştik. Babamız geldi bizleri Osmaniye‘ye götürdü.Gene kış günleri gelmiş yağmurlar başlamıştı.
Ben ve babam her gün sabahleyin dükkana beraber gidiyorduk. Dükkan dediğim yer büyükçe bir handı.Benim vazifem, köylerden gelen hayvanları alıp bağlamak ve gidecekleri vakit çözüp getirmekti.
Osman Ağa bana o kadar ısınmıştı ki kendi nüfusuna geçirmeye uğraşıyordu.Bu sırada bize gelen Darendeli bir asker vardı.Trende çalışırdı.O zaman onlara “şimendifer askeri” derlerdi.Bu asker bana Osman ağanın oğlu olup olmadığımı sormuş, ben de oğlu olduğumu söylemiştim.Söyledim diyorum. Çünkü babam bana “Kimseye kendisinin oğlu olmadığımı söylemememi,sorarlarsa o benim babam diyeceksin” diye tembih etmişti.
O asker, askerlik izninde Adana’ya gidip bir hemşehrimizin yanında çalışmış. Benim annemin teyzesinin kocası olan Habil isminde marangoz olan adamda Adana’da bir dükkan açmış. O dükkan da bizim bu askerin çalıştığı dükkana yakınmış. Onlar da kendilerinin bir akrabaları olduğunu ve bir seneye yakın kayıp olduğundan bahsederlermiş. Bu askerde zaten benden her zaman Osman ağanın oğlu olup olmadığımı sorardı. Beni tarif etmişler. Etmişler diyorum annemin teyzesi çocukları oradalardı. Onlarda aramaya girişmişler. Birisinin ismi Niyazi diğerinin ismi Fuat’tı. O asker dükkana geldikçe ona beni tarif ederek aramasını isterlermiş. Onların tarifi de askerin gördüğüne uyduğu için askerin izni bitipde tekrar vazifeye başlayınca bizim oraya geldi.
Adana ile Osmaniye’den sonraki bir istasyon olan Bahçe dedikleri yere kadar banliyo treni çalışır. O askerde orada çalıştığı için hemen hemen her gün gelirdi.Beni geldikten sonra daha fazla sorguya çekmeye başladı. Adana’dakilerin akrabalarımın isimlerini söyleyince ben de dayanamadım yaşadıklarımı ona anlattım.
Bunun üzerine asker “Onları görmek istemez misin?” demişti. Ben de “Beni babam bırakmaz” diye cevap vermiştim.O’da bana “Ben seni kimse görmeden götürürüm” demişti.Sonra planını bana şöyle anlatmıştı: ‘Sabahleyin dükkana gelince istasyona gel. Ben seni orada beklerim, sonunda seni akrabalarının yanına götürürüm” Ben de bu planı kabul ettim.
O sabah babamla dükkana geldik. Babam dükkanda çalışırken hemen istasyona koştum. Asker hemen beni yanına alıp katar şefi olan memurun yanına götürdü.Bana yiyecek getirdiler.Onları yedikten sonra ben uyumuşum.Beni asker uyandırdığı zaman Adana’ya gelmiştik.Asker “Artık gideceğimiz yere geldik.”Dedikten sonra kendilerinin subayları olduğunu ve ondan izin almamız gerektiğini söyledi.Onun yanına gittik, beni ona tanıttı ve halimi söyledi. Subaybize yol parası verdi.Biz de paytona binip akrabalarımızın marangoz dükkanına gittik.
Niyazi’yi, Fuat’ı görünce sanki öz kardeşlerime kavuşmuş kadar sevindim.Onlar da beni bulmanın sevinci içinde idiler.Habil amca daha evvel askere bavul yapmayı vaat etmiş.Beni getirdiği gün bavulunu alacağını söylemiş.Askerde bavulunu aldı.Oda bizler kadar sevindi.Sonra da bizimle vedalaştı ve gitti.Bizde hep birlikte eve gittik.Evdeki sevincim daha çok oldu, çünkü burada teyzemi gördüm.
Yine değişik bir hayata başlamış oldum. Teyzemin çocukları ile beraber beraber dükkanda çalışıyorduk. Dükkanda yapılan nalınları ve elekleri ben ve Fuat mahallede dolaşarak satardık.
Habil amca da Seyhan ile Adana arasında yeni yapılan köprüde kalıp ustası idi. Bu durumda ailenin her ferdi çalışıyordu. Ben de bu halimden memnundum. Günlerden bir gün bize hemşehri olan Gürün’ün köylerinden olduğunu söyleyen bir kadın geldi.Çatkara köyünden olduğunu söyledi.Bizim aileyle ahbap oldu.Her gün geliyor, teyzemle ahbaplık ediyordu.
Yine yaz gelmişti.O kadın pamuk tarlasında çalışmaya gidecekmiş.Teyzemden beni de istemiş.Oda Habil amcaya söylemiş.Beni de o kadınla pamuk toplamaya gönderdiler. İsmini bilmediğim bir köye gittik. Oturduğumuz yer büyük bir hana benziyordu. Sinekten korunmak için damın üzerine bir cibinlik koymuş bu cibinlik içinde yatıyorduk.
Böylece ne kadar çalıştığımızı bilmiyorum. Sabahleyin olunca o kadınla sabah çaylarını beraber içiyoruz, tarlaya beraber gidiyoruz. Yani o benim annem ben de onun oğlu gibiyiz.
Bir gün bana “Ben gideceğim, sen istersen çalış” dedi. Ben de “Sen gidersen, ben nasıl burada kalırım?” dedim. Bunun üzerine hesabımızı gördüler. Biz de Adana’ya geldik. Benim paramı o kadın almıştı.Bir yorgan bir de elbise aldık.Ben yine teyzemlere gelmiş oldum.
Bu sırada orada hasta oldum. Herhalde çalıştığım yerde beni güneş çarpmıştı.Beni doktora götürdüler.Orada benim belimden iğne ile su aldılar.Ondan sonra da hastaneye götürdüler.Oradaki doktorda beni hastaneye yatırmıştı.Bir gün benim işiteceğim şekilde “Bunda hayat kalmamış, götürün evde ölsün” dedi.
Sonra Habil amca gelince biz onunla hastaneden çıkıp eve geldik. Ne kadar gün yattığımı bilmiyorum.”
……………….
Babamın hatıra defteri burada bitiyor. Başka bir deftere devamını yazdığını tahmin ediyorum. Ama o defteri bulamadım. Bildiğim kadarıyla defterin devamında Adana’dan Gürün’e gelmesi ve ailesi ile kavuşmasını anlatmıştı.
Babamın annesi Fatıma Hanım, babamın Kalaycı Ali Usta’nın yanından kaçtığı ve kaybolduğunu öğrenince çok üzülmüş. Günlerce evin penceresinden kıble tarafına ve dağlara doğru bakarak ‘Ahmed’im, Ahmed’im, neredesin?’ diye ağladığını, ah ettiğini söylerler.
Babam kaybolduktan yaklaşık 3 sene sonra Adana’daki teyzesi ailesi vasıtasıyla tekrar Gürün’e dönmüş. Annesine ve ailesine kavuşmuş. Ama hep hayatı boyunca Osmaniye’deki Osman Ağa’ya minnetini anlatırdı.
Daha sonra yine gurbete gitmek zorunda kalmış, uzun yıllar Samsun’da çalışmıştı. Ustası Arnavut bir aşçıdan aşçılığı öğrenmiş ve dönüşünde de Gürün’de amcam Ahçı Hoca diye bilinen Mehmet Hoca ile birlikte ahçı dükkanı-lokanta açmıştı.
Gürün’de esnaflar ve memurlar tarafından tercih edildiği için dükkanın adı Bilenler Lokantası idi. Yol kenarında otobüs ve kamyonların durduğu ve yemek yedikleri lokantalar genellikle yolcular tarafından tercih edilir. Ama bizim Bilenler lokantası, lezzeti ve bol kepçe yemekleri nedeniyle yerli esnaf, memur ve köylüler tarafından tercih edilirdi. Cuma günü köylerden Cuma namazına ve ilçenin pazarına gelen köylüler yemeklerini bizim lokantada yerlerdi. O nedenle ilçede ve çevre köylerde babam iyi tanınır, esnaflığı, güler yüzü ve tatlı dili, dürüstlüğü ile bilinirdi. Yemekleri tadı ve orijinalliği ile hatırlanır, yıllar sonra bile babamı tanıyanlar ‘Sizin sebze çorbasını, tas kebabını, tulumba tatlısını…vs tadını unutamam’ derlerdi.
Bilenler Lokantası esnafların, köylülerin, memurların, olduğu kadar öğrencilerin, yoksulların ve meczuplarında yemek yedikleri yerdi. Meczuplardan hesap sorulmaz, gönlünü incitmemeye dikkat edilirdi. Bir defasında babam meşhur İbo namlı meczuba hesabı nasıl ödeyeceği konusunda şaka yapmış. Tabii cevabı ağır olmuş “Bizde seni adam sandıkta yemeğini yiyoruz, bir daha gelmem” diye sitem etmiş. Babam binbir dil dökerek gönlümü almış.
Babam ve amcam, çalışkan, helal kazanca çok önem veren, herkese yardım eden, ihtiyacı olanlara borç veren, aile problemlerinde yol gösteren, özellikle yakınlarının elinden tutup iş sahibi olmalarına gayret eden insanlardı. Bizim aileden yakınlarımız, kardeşler,amcalar, dayılar, kuzenler, yeğenler ..vb bu dükkanda aşçılık ve işletmecilik öğrendi. Ya kendileri dükkan açtı veya burada öğrendikleri ile hayatta mücadele etti.
Bizim ailenin geniş evi ve bahçesi de tüm akrabalarımızın evi, misafirhanesiydi. Uzaktan yakından gelen akrabalar durumlarına göre birkaç günden bir aya kadar bizim evimizde misafir kalırlardı. Gürün’den gelen halam ve ama olan eşi, Şuğul mahallesinden gelen yalnız yaşayan, çok sigara içen ve çok konuşan Cöce denilen akrabamız, Kuşkayası köyünden gelen Nazire teyzem, Konya’dan gelen akrabalarımız bazen birkaç gün bazen de bir ay evimizde misafir edilirdi. Bu misafirlere normal ev halkından daha çok ihtimam ve itibar gösterilir, incitmemeye gayret edilirdi.
Kış günleri Kayseri-Malatya karayolu yoğun kar yağışı nedeni ile kapanırsa, cami minaresinden tüm ilçe halkına ilan edilir, ilçede mahsur kalan yolcuların birkaç gün misafir edilmesi istenirdi. Tabii bizim evde bu misafirlerden bir veya birkaç aileyi misafir ederdi. Bu misafirlerle de ahretlik kardeşlikler kurulur, ikramlar edilir, yollar açılıp ayrılma vakti geldiğinde de misafir aileler dualar ve gözyaşları ile yolcu edilirdi.
Babamın esnaf dostları vardı. Öğleden sonra müşteri yoğunluğu azalınca onlarla birlikte esnaf kahvesinde buluşur, çay içer sohbet ederlerdi. Mehmet İncik, Ahmet Pelit, Fırıncı Behzat, Marangoz Halil… onlardan bazıları idi. Çocukluk arkadaşı Kalaycı Ali amca sık sık lokantaya gelir, yemeğini yerken babamla birlikte gülerek eski günleri konuşurlardı. Babam, ormanda aç kaldıkları ve bir evde buldukları yufkayı götürmelerini anlatır, Ali amcanın açlıktan avuç avuç yufka yemesini acı bir tebessümle anlatırdı.
Babam kısa boylu ve fazla kilolu bir yapıdaydı..Şen şakrak, etrafına neşe veren bir insandı. Son zamanlarda daha sık olarak baş ağrısından şikayet ederdi. Şimdi anlıyorum ki kilo,sigara ve az hareket nedeniyle metabolik sendrom dediğimiz klinik tabloya bağlı tansiyon ve kalp spazmı yaşıyordu.
Üniversiteyi kazandığım zaman hem çok sevinmiş, hem de annemin anlattığına göre “Biz bu çocuğu İstanbul’da üniversitede nasıl okutacağız?” diye endişelenmişti. Son zamanlarında sık sık ölümden bahseder “Sıra bize geliyor herhalde” diye söylermiş. Bazen “Genç öleceksin ki arkandan ağlayacaklar, yatakta ölürsen insanlara yük olursun” derdi.
30 Kasım 1979. Babamın vefat ettiği ve o güne kadar hissettiğim en acı gün. Cerrahpaşa Tıp fakultesine başladığım yıl; fakultede ve İstanbul’da ilk iki ayım. Fakultede dersler devam ediyor ve vizeler başlamıştı. Bir gece Selim ağabeyim kaldığım Vefa semtindeki İlim yayma öğrenci yurduna geldi. Babamın ağır hasta olduğunu söyledi. Hemen hazırlanıp birlikte Kayseri Numune hastanesine gittik. Babamı hastanede kardioloji yoğun bakımda ziyaret ettim. Yüzünde yorgun ve hüzünlü bir ifade vardı. O eski neşeli, hayat dolu, herkesin yükünü taşıyan babam, artık hasta ve çökmüş bir vaziyette idi. Ama ben onu hep güçlü ve metin olarak gördüğüm için bu halini geçici bir hal olarak düşünüyordum.
Doktorunun anlattığına göre kalbin üç tabakasını da etkileyen ağır bir infarktüs geçirmişti. Kardioloji servisinde birazda tıp öğrencisi olmanın avantajıyla uzunca görüşüp yanında oturdum. Okuldan, derslerden bahsettim. O beni dinliyor gibi yapıyor ama yorgun, fersiz gözlerle uzaklara bakıyordu. Babamı son görüşüm olduğunu bilmeden, elini öperek ayrılırken arkamdan hüzünle baktığını gördüm.
Ertesi gün sabah namazı vaktinde, babamı rüyamda gördüm gibi bir hisle ve dudaklarımda elini öptüğümde hissettiğim sıcaklık ve hüzünlü bir duygu ile uyandım. Sanki babamla yeniden vedalaşır gibi oldum. Birkaç saat sonra da vefat haberi ve cenazesi geldi.
Herkesin sevdiği bir insan olduğu için, ilçede üzülmeyen kalmamış, adeta ilçe matem etmişti. Diz boyu yağan karın altında Sivas yolu yakınındaki aile mezarlığına babamı defnettikten sonra içimde derin bir boşluk ve acı hissediyordum. İstanbul’da hayatın durduğunu, otobüslerin işlemediğini, fakultenin tatil olduğunu düşünüyordum. Ama hayat her şeye rağmen devam ediyordu.
Hayatın bana neler hazırladığını, kaderin ne sırları olduğunu daha sonra anlayacaktım. İnsan babası öldükten sonra yetişkin olur, büyür derler, babamın vefatından sonra hayatıma yön veren büyük alimler Mehmet Zahid Kotku ve Mahmud Esad Coşan hazretleri ile tanıştım. Sanki babam beni onlara emanet etmişti, kendimi onların yanında baba ocağında gibi hissediyordum. Allah rahmet eylesin. O hayatıyla bize örnek olmuş şairin söylediği gibi bir şekilde yaşamıştı.
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.