ANNEM ve ÇİÇEKLER

Uzm.Dr.Selahattin Semiz

10 Mayıs 2015. Son Anneler günüm. Annemle beraber geçirdiğimiz son anneler günü .. Anneme onun sevdiği çiçeklerden alıyorum. Menekşe, fesleğen ve küçük bir orkide çiçeği.  Annem hasta yatağında hepsini ayrı ayrı seviyor. Ama fesleğenin yapraklarında ellerini gezindirip kokusunu içine çekerken adeta Gürün’de evimizin önünde sabah rüzgarı ile gelen gül ve reyhan kokularını hisseder gibi oluyor.

Gözleri yatağın karşısındaki pencereden gökyüzünü seyrederken yüzünde mutlu bir tebessüm var. Ellerinden, yüzünden ve ilk defa ayaklarından öpüyorum. Her zamanki şakalaşmamız ile hafifçe gülüyor ‘Nediyin ula, bu nereden çıkhtı şimdi’ diyor. “Anneler günü anneciğim, o yüzden!” diyorum. Sarılıyoruz.

Anneme bir sene önce kanser teşhisi kondu. Vücuduna yayılmış olduğu için ancak semptomatik/palyatif tedavi yapıyoruz. Birkaç aydır da artık yatağa bağımlı durumda. Yemeğini yatağında yiyorken son günlerde artık sağ elini de kullanamaz oluyor. Hastalığının başından beri ilk defa o zaman gözlerinin yaşardığını, ağladığını görüyorum. ‘Heç olmazsa elimle kendi yemeğimi yiyordum, şimdi eyice muhtaç oldum’ diye ağladı. Ve her zamanki duası ‘ Ya Rabbi İman-Kuran selameti ver  Canımı müslüman olarak al’ diye dua etti.

Annem kırk günlük bebek iken annesi Hatice hanım vefat etmiş, o yüzden annemin adını da Hatice koymuşlar.  Anneannemin ‘Ya Rabbi bana bir evlat ver de istersen canımı al ‘ diye dua ettiği ve bu duasının kabul olduğunu söylerdi.  Annem kırk günlükken yetim kalınca önce babası Hasan Hoca’nın yanında kalmış, sütanne olarak komşu ve akrabalardan birçok kişi emzirmiş. Bu yüzden Gürün ve Gübün’de annemin sütkardeşleri ve bizimde süt dayılarımız çoktu.

Daha sonra bakımını anneannesi Nezihe Hanım üstlenmiş. Nezihe ebe, Toraman Camisine yakın yerdeki evinde dul olarak yaşayan, iki oğlu ve gelinleri ile birlikte aynı evde oturan güngörmüş bir hanımdır. Annemin dayıları Muharrem ve Hüseyin küçük yaşta yetim kalmış, hayatın zorlukları içerisinde büyümüş gençlerdir. Kardeşlerinin emaneti ve onun ismini taşıyan yetim yeğenlerini, evlatlarından ayırmaz ve bağırlarına basarlar. Annem gece geç saatlerde bile ağladığı zaman Muharrem dayının (Nam-ı diğer Köşker Muharrem) uyanıp, yanına geldiğini ve kucağında sallayarak kendisini uyuttuğunu anlatırdı.

Takdiri ilahi yıllar sonra Hasan Hocanın kızı annem ile; babaannemin yetimi babam Ahmet evlenirler. Yani önce Annemin babası Hasan Hoca ile Babamın annesi 3 çocukla dul kalmış olan Fatıma hanım evlenmişler, sonra Hasan Hoca dedemin daha önceki hanımlarından olan kızları Hatice hanımlar ile babannemin yetimleri Mehmet ile Ahmet evlenmişler. Mehmet ile Ahmet kardeşler, kendileri gibi yetim olan iki kardeş Hatice’ler ile evlenince adeta bir baba ocağı gibi geniş aile kurmuşlar ve aynı evde oturmuşlar yıllarca. Bu kısım bizim ailenin bir kader sırrı olup, bilmeyene anlatmak için ayrı ve tafsilatlı bir soy kütüğü izlemesi yapmak gerekir, yoksa kolay anlaşılacak bir bilmece değildir.

Babam Ahçı Ahmet ile Amcam Mehmet Hoca birbirine çok bağlı ve saygılı idiler. Hem kardeş, hem bacanak hem de işleri de ortak olunca birbirine daha sıkı bağlanmışlar. Sanki yılların acıları ve ayrılıklarının yaralarını sarmak ister gibi hep birlikte yaşamaya başlamışlar. Benim çocukluğumda Çarşıbaşı’nda ki evimiz 2 katlı, amcamların eviyle bitişikti. Ama bahçe hepimizin ortak oyun alanı idi.

Biz dört kardeş ve amcamın sekiz çocuğu ile beraber aynı bahçede, geniş bir ailenin sevgi atmosferi içerisinde sevgi, muhabbet ve paylaşma duyguları ile büyüdük. Amcam ve babam birbirini çok seven ve sayan iki kardeş, küçük yaşta yetim kalmış, hayatın her türlü zorluğunu çekmişler, sonra da birbirine destek olarak ortak bir lokanta işletiyorlardı.

Annem ve Büyükannem hem ev işleri hem de bahçe işlerini yaparlardı. Aynı zamanda on iki çocuğun yemek-bulaşık-çamaşır vs işleri de cabası. Ek olarak lokantanın bazı yemek hazırlıklarını da yaparlardı. Tavuk ve hindilerin kesilip, temizlenmesi, maydanoz, ıspanak..vs toplanıp yıkanması, vs gibi işlerde yapılırdı. Hem de suyu hafif tuzlu olduğu için ‘Çorak çeşme’ denilen mahalle çeşmesinden kovalarla çekilen su ile. Çünkü evlerde şebeke suları olmadığı için deredeki çorak çeşme tüm mahallenin içme ve kullanma suyunu sağlıyordu.

Bu su yokluğunda en zor iş çamaşır yıkamaktı. Annemler bazı günler gün boyu geniş leğenlerde çamaşır yıkarlar, yorgunluktan adeta perişan olurlardı. Bizim üzerimize düşen görevde mahallenin ortak kullandığı ‘Çorak çeşme’den kovalarla su taşımaktı. Banyo yapmakta epeyce zahmetli ve zor bir işti. Sobaların üzerinde su ısıtılır, küçük çocuklar leğende sabunlanıp yıkanır, bu sırada gözüme sabun kaçtı, su çok sıcak…vs g,b, şikayetler fazla dikkate alınmazdı.

Annem  Çiçekleri çok severdi

Annem çiçekleri çok severdi. Gürün’de Çarşıbaşı mahallesindeki bahçeli evimizin önünde seki dediğimiz küçük dikdörtgen şeklinde, hafif tümseklerle çevrili topraklarda reyhan, nane, maydanoz yetiştirirken, sekilerin kenarında da boş yağ tenekelerinin içerisinde gül, karanfil, menekşe..vs ekerdi. Sabah kapımızın önüne çıktığımda sabah güneşinin ışıkları ile beraber reyhan ve gül kokuları ile karışık hoş bir rayiha hissederdim. Tabii annemin sabah titizlikle yıkadığı merdivenlerdeki temizlik kokusu da beraber..

Çocukluk hatıralarımda annemi hep suyla kapı önünü yıkarken veya evde elinde bez veya süpürge temizlik yaparken hatırlarım. Temizlik konusunda çok titizdi. Aynı zamanda tertip düzen ve disiplin konusunda da hassastı.

Ablam Gülseven’in adını çiçekleri çok sevdikleri için mi koydular yoksa büyüklerin tavsiyesi mi bilmiyorum. Ablamda ismine yakışır şekilde bir çiçek ve gül aşığı. Çiçekler onun elinde adeta coşuyor, güzelleşiyor. Şimdi bile apartman dairesinde evin her köşesinde bir çiçek var. Onlarla adeta konuşuyor, dertleşiyor, seviyor onları. Çiçeklerde bu sevgiyi anlıyormuş gibi davranıyorlar.

Hasan ağabeyimin ismi, muhtemelen Hasan Hoca dedemizin ismi. Hasan Hoca dedemiz 1952 yılında İstanbul Beykoz’da vefat edince onun vefatından sonra doğan ağabeyime onun ismini veriyorlar. Selim ağabeyimin ve benim ismimi Konya’daki dayımız Ramazan Dayı koyuyor.

Bizim ailede dört çocuğun en küçüğü ben olduğum için annemin hiddetinden ve sonrasında gelen terlik terbiyesinden en az hasarı alsam da, büyük kardeşlerim ve amcamın çocukları yaramazlık konusunda annemden tekdir ve kötek yiyerek gerekli terbiye ve uyarıyı aldıklarını anlatırlardı.

Annemin hiddet fırtınası sırasında en büyük sığınağımız büyükannemiz, amcamın hanımı aynı zamanda annemin ablası olan, Hatice teyzemdi. O da annem gibi Hasan Hoca dedemin vefat eden hanımlarından birinin kızıydı. Annemin aksine büyükannem çok sakin, hiç sinirlenmez, hepimizin gönlünce gitmeye çalışırdı.

Annemin sinirlendiği zamanlarda “Hatış uşakları dövme, onların daha ahlı başında değil” der annemi sakinleştirmeye çalışırdı. Babam da anneme, bizim yaramazlıklarımıza sinirlendiğinde “Onların yaramazlığı, haylazlığı biz varız diye hanım, bizim babamız anamız olmadığından yaramazlık yapamadık, dokunma onlara” dermiş          

Babam, küçük yaşta yetim kalmış, kalaycıların yanında çıraklık yapmış, köylerde seyyar kalaycılık yaparken ustasının dayağından kaçarak kaybolmuş, birkaç yıl Osmaniye ve Adana’da çalıştıktan yıllar sonra köye, ailesinin yanına dönebilmiş, hayatın çilesini çekmiş bir insandı. Dostlarını çok sever, insanlara tatlı sert bir tarzda samimi ve esprili davranır, gönül almayı bilir irfan sahibi bir Anadolu esnafıydı. Yüzünde hafif bir tebessümle beraber derin bir hüznün, çileli bir hayatın izleri görülürdü. Genelde sakin ve esprili idi, ama haksızlık ve kabalığa tahammül etmez, öfkelendiği zamanda önünde durulmazdı.

Babam sabah erken dükkanı açar önce çorbaları sonrada öğlen yemeklerini yapardı. Tabii bu arada yemekleri tabaklara koyup servise hazır etmek de onun işiydi. Özellikle öğle saatleri lokantada müşteriler kalabalıklaşınca çok yoğun çalışır, alnında ter tomurcukları birikirdi. Lokantamızın adı ‘Bilenler Lokantası’ ismi gibi genellikle bilenlerin, esnafların, memurların geldiği esnaf lokantası idi. Yemekleri ucuz ve lezzetli, porsiyonlar doyurucu idi. Babam,  müşterilerden tanıdıklarına ‘Hazır olan yemekler bunlar, beğenmezsen sopa yersin ‘ veya ‘Evde hanım karnınızı doyurmadı, ben mi doyuracağım sizi ‘ diye şakayla yemek verirdi. Amcam hem yanan camide müezzin olarak görev yapar, hemde namaz vakitleri ve toplantıları dışında lokantada bulunur, genelde hesapları tutar ve dış alımları-et ve sebze alımlarını- yapardı. Babam 1979 yılında 30 kasımda şiddetli bir kış günü vefat etti. Amcam beş sene sonra 1984 yılında veaft etti. Her ikisini de genç denilecek bir yaşta kaybettik. Onlardan sonra geniş ailemiz imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi dağıldı.

Annem, Eşim ve Evlatlarımız

1985 yılı Kasım ayında evlendiğim zaman, Kırşehir – Kaman-Yenice nahiyesinde doktor olarak 2 aydır göreve yapıyordum.Annemde eşime köy yerinde can yoldaşı olmak için bizimle kalmaya başladı. Eşime “Seni gelinim değil, kızım kabul ediyorum”  derdi. Eşimde anneme saygı ve sevgide kusur etmez ve çok iyi anlaşırlardı. Yenice’de sağlık ocağının bahçesinde lojmanlarda kalıyorduk. Komşularımız olan sağlık personelleri ve köy halkı bizim ailemizin huzur ve mutluluğuna hayran kalırlardı. Eşim köyün genç kızlarına Kuranı Kerim ve İslam ahlakını öğretirken, annemde köyün hanımlarına örf, adet ve hayat bilgisi dersi verirdi.

Sağlık Ocağından bana muayene olduktan sonra anneme uğrayıp, benim reçetem yerine annemin nane-limon-ihlamur-anason çayı..vb bitkisel tedavilerini tercih eden çok olurdu. Annem, aynı zamanda köyün hanımlarının akıl hocası olmuştu. 

Hatta sağlık personelimizden bir hanım, geçimsizlik nedeni ile eşinden ayrılmak istiyordu. Bizim nasihatlerimiz ve uyarılarımız pek işe yaramıyordu. Bir müddet sonra ayrılmaktan vazgeçtiğini bunun nedenini de annemin bir nasihati olduğunu söyledi. Annemin, boşanmasının yanlışlığını anlatırken söylediği bir söz yuvasının bozulmasını engellemişti.  Annem ona “Kızım, ayrılınca ne değişecek, yastığını değişirsin amma kaderin, kısmetin değişmez, sanki ayrılıp daha eyisini mi bulacahsın, sabret düzelir inşallah.” Demiş.

Yenice’de Sağlık Ocağının bahçesi çok genişti. Eski harman yerini 12 Eylül döneminde taş duvarla çevirip yaklaşık on dönümlük arazinin içerisine sağlık ocağı ve lojmanlar yapılmıştı. Annem, eşimin kaz yavrularını çok sevdiğini görünce küçük bir kümes yaptırıp bana iki de kaz aldırdı. Derken kuluçka süresi sonrası 21 adet kaz yavrusu sağlık ocağı bahçesinde gezinmeye başladı. Paytak paytak yürüyüşleri ile çok sevimli yavrular, çimenleri koparırken geriye doğru düşüp kıç üstü oturuyorlar, bizleri zaman zaman kahkahalara boğuyorlardı. Bu kazlar büyüdüğünde annem her gittiğimiz yere “Köy hediyesi böyle olur” diyerek birkaç kaz götürmemizi isterdi. Gürün’e ve İstanbul’a bayramda ziyarete giderken hep kaz yavrusu hediye götürdük.

Annem, köyün hanımları ile de kısa zamanda samimi olmuştu. Onların dertleri ile ilgilenir hal ve hatırlarını sorardı. Sağlık ocağına yakın evlerden birinde oturan Güley teyze hergün anneme uğrar, köyde ne olupbittiyse anlatırdı. Diğer komşular ‘TRT Güley Karı size her havadisi anında getiriyor’ diye gülerlerdi. Yıllarca kocası gurbette çalışan, bir oğlu sağır ve dilsiz okuluna giden, dört çocuğuna hem annelik hem babalık yapan Güley Teyze, her işten anlayan bir Anadolu kadınıydı. Zayıf yapısına rağmen çalışkan, gayretli ve güçlü bir bünyeye sahipti. ‘Guruyum emme diriyim’ derdi. Diğer komşulardan İkliman Teyze ve birkaç güngörmüş hanım, annemin yakın sohbet arkadaşı olmuşlardı.

Yenice Nahiyesinde 1985-87 yılları arasında iki yıl süren mecburi hizmet dönemimizde tatlı ve güzel hatıralarımız olduğu gibi üzücü olaylarda yaşadık. Mesleğimin önemli tecrübelerini edinirken, zaman zaman bazı hastalarımızı kaybetmenin üzüntüsünü ve acısını de hissettik.  Unutamadığım hastalarımdan, Bakkal Kadir’in menenjitten ölen oğlu, Milangaz Tüpçü Sabri’nin Lösemi’den ölen kızı ve Ortaokul Müdürü İhsan’ın babasının Mesane kanserinden vefat etmeleriydi. Müdürün babası güngörmüş, hoş sohbet, Osmanlı hayranı bir Anadolu ihtiyarıydı. Son nefesini verirken yanında idim, ama tıbbın ecel karşısında bir şey yapamayacağını bir kez daha anladım.

Bir de bizim köydeki insanlarla samimi muhabbetimizi, kaynaşmamızı çekemeyenlerin, irtica ve devletin nizamını dini temellere dayamak için çalışmak suçlamasıyla bizi şikâyet etmeleri var. Eşimin rahatsızlığı nedeniyle biz İstanbul’da idik. Annem evde yalnızken jandarma arama yapmak ve suç delillerini(!) tespit etmek için eve baskın yapmış. Annem de evdeki Kuranı Kerim ve vaaz kasetlerini yakmak istemiş. Ama soba tam alev almayınca her taraf duman olmuş.

Askerler anneme “Niye Kuran kasetlerini yakıyorsun günah değil mi?” diye sorunca O’da ‘Siz niye Kuran ve kasetleri suçmuş gibi topluyorsunuz? Oda günah değil mi?” ‘ diye cevap vermiş. Buldukları suç delilleri (!) çok sayıda İslami Kitap, sohbet ve vaaz kasetleri, başörtüsü ve seccade idi. Aslında büyük bir kumpasın parçası olan bu şikâyet ve baskından Allah’ın yardımı ile birkaç aylık bir soruşturma sonucunda berat ettik.

Daha sonra mecburi hizmet bittiğinde Ankara’da askerliğimi Gülhane Askeri hastanesinde yaptım. Bu sırada ikizlerimiz Hasan Fatih ve Hüseyin Salih doğdular. Eşimin hamileliğinin son dönemi ve doğum süreci hep Gülhane hastanesinde geçti. Zor bir doğum sonrası eşim birkaç gün bilinci kapalı halde hastanede kaldı. Bu süreçte ve sonrasında evde çocukların bakımı ve yetiştirilmesinde annem çok destek oldu. Onun tecrübesi ve geleneksel bilgisi ile eşimin mükemmeliyetçi anlayışı birbirini tamamlayarak hoş ve muhabbetli bir hava oluşturdu yuvamızda daima.

Annem’in hayali Bahçemiz

Annemle sohbet ederken konu ister istemez Gürün’deki baba ocağı evlere ve bahçeye gelirdi. Annem o ev ve bahçeyi daima hasretle yad ederdi. Her taşında her karışında emeği olduğu için o evi unutamıyordu. Evin yapıldığı zaman ben 4-5 yaşlarındaydım Annemin toprak elediğini, Selim ağabeyimle beraber kerpiç döktüklerini ve ustalara yardım ettiklerini hatırlıyorum. Birde lokantadan öğle vakti, ev yapımında çalışan ustalara, amcamın kızı  benden 4 yaş büyük Hülya ablam ile sefer tası içerisinde yemek getirirdik. Hülya ablamla çarşının içinden geçip eve giden sokak aralarına doğru geldiğimizde sefer tasını açar içerisindeki yemeklerin tadına bakardık. Bazen hoşumuza giden yemeklerden biraz fazla kaçırdığımız da olurdu. Çocukluğumun geçtiği o ev ve bahçe, hatıralarımda hep o zamanki güzel haliyle yer alıyor.

İstanbul’da apartmanlardaki dairelerde otururken, Gürün’deki evi ve bahçeyi konuşmak  annemin en güzel hayalleriydi. Sanki tekrar o günleri yaşıyormuş gibi mutlu olur, yüzüne tatlı bir gülümseme yayılırdı. Bahçemize bir havuz yaptıracağımı, duvarları düzenleyip kenarlarına iğde, hanımeli, erguvan, gül,..vs gibi güzel kokan çiçekler dikeceğimi, evleri tekrar tamir edilip güzelleşeceğini, bahçeye kuzular, tavuklar..vs alacağımı anlatır, onun hayallerini daha güzelleştirmeye çalışırdım.

Bahçemizin önünde küçük dere yatağının genişlediği, engebeli, biraz genişçe alan vardı. Alt kısımda babamla amcamın yaptırdığı çorak çeşmenin musluğu ve önünde su yolağı vardı. Bu küçük, engebeli alan bizim mahallenin diğer çocukları ile birlikte maç yaptığımız ve çeşitli oyunlar oynadığımız alandı. Bazen top oynarken topumuz bizim bahçeye kaçtığında Büyükannem oradaysa topu alır bize vermeden önce duvarın üzerinden bir nasihat konuşması yapardı. Her zamanki konu top oynamanın yanlışlığı ve zararı idi. ‘Bakhın çocuklar, bu topu düşmanlar Hz. Hüseyin efendimizin başını kesip oynamışlar, gavurlar Türklere saldıracağı zaman önce gelip bizim çocukları kişatlarmış (Keşif ve casusluk faaliyetinin yöresel adı) Eğer bizim çocuklar taş kale-metlik-deynek-kaleyi düz..vs oyunları oynuyorsa “Bunlar kendi özüne bağlılar, sakın saldırmayın derlermiş. Yok eğer top oynuyorlarsa, bunlarda bize benzemiş bunları yeneriz saldırın” derlermiş.

O yüzden “Top oynaman, alın topunuzu”  der öyle topumuzu iade ederdi. Bu nasihat zihnimizde yer etse de bizim top oynamamıza engel teşkil etmezdi.

Anneler ve Evlatlar

Annemin vefatının üzerinden yıllar geçti. Ama hatıraları hala bugün gibi taze. Hamdolsun 30 sene annem, eşim birlikte kaldık, yaşadık. Annemin duasının, Anadolu insanının saflığı ve irfanının nice güzelliklerini bereketini gördük. Eşimin de sabır ve anlayışı ile çok tatlı yıllar yaşadık. Evlatlarımız da onun duasını ve sevgisini tattılar.

O hayatta ve yanımdayken yapmaya çalıştığım ama şimdi keşke daha çok yapsaydım dediğim nice güzel şeyler var. Annesi hayatta olan kardeşlerime tavsiyem, ellerindeki bu büyük nimeti iyi değerlendirsinler. Onları bir cennet bahçesinin kapısı, dua pınarı, belaları def eden, hayırları celp eden bir koruyucu kalkan olarak bilsinler. Sevgi ve muhabbetlerini sık sık ve mübalağalı olarak göstersinler. Dualarını almaya, muhabbetle gülümsetmeye, gönüllerini şenlendirmeye gayret etsinler.

Annem’in son bahçesi: Karacaahmet;

Annem 28 Temmuz 2015 de vefat etti. Daha önce Gürün’de aile mezarlığına, babamın yanına defnedilmeyi arzu ettiği halde, bizlerin oraya sık gelemeyeceğimizi düşündüğünden kabrinin İstanbul’da olmasını istemişti. Vefatı üzerine Karacaahmet mezarlığı yanında yeni açılan, düzenli ve bakımlı bir kabristana defnettik.

Cenazesine katılan yüzlerce dostun duaları gönüllerimizi ferahlattı. Yakın dostum Şair yazar Nurullah Genç, öğle namazı için gittiği Karacaahmet Şakirin camiinde annemin cenaze namazını beklerken, gönlüne ilham olan bir şiiri kaleme almış, Şair duası şiirle olur diye Annem’in hatırasına iki kıtalık şiirini çerçeveleterek getirmişti. O güzel şiirle yazımı bitiriyorum.

Arzuhal

Bu taşların gözleri neden böyle oyulmuş /Gözyaşı mı sızıyor kalplerinden yoksa, ne

Adın, belli ki ulvi bir rüyada koyulmuş/ Karacaahmet’ten mi gülümsüyorsun, anne

Sana göre değildi bu karanlık, bu diyar / Şimdi göklerden yüce, yeryüzünden ağırsın

Arzuhalimi götür; zamana hükmeden Yar / Cennetten bir bahçe de öksüzüne ayırsın

                                                                                                   Nurullah Genç

                                                                                   Hatice Semiz Annemize ithaf olunur

*Bir Başhekimin Hayata Dair Notları,Tefekkür Düşünce Merkezi, İstanbul,2021

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın