BİR GÜZEL İNSAN…DR.SELMAN ÇINAR

İnancını yaşayan samimi bir mûmin;
Fedakar bir dost… Genç, dinamik, sevgi dolu bir gönül eri…
Latifeci, esprili bir tebliğci… Şuurlu, bilgili, uyanık bir derviş…

Tanıyan herkesin bu vasıflardan birini veya bir kaçını onda gördüğünü biliyorum.
Aramızdaki sevginin, muhabbetin, gerçek dostluğun ve kardeşliğin; Peygamberimizin tavsiye
ettiği Allah için dostluk ve kardeşliğin kendi çapımızda küçük bir numunesi olduğunu
düşünüyorum. Kardeşim, yiğit insan, aziz dostum… Sana sevgim Allah içindir.

Onu ilk defa İlim Yayma Vakfı’nın Vefa Lisesi karşısındaki eski bir medrese ile bitişik öğrenci
yurdunda tanıdım. 1979 yılı son aylarında, okullarda, sokakta her yerde anarşinin iyice
azıttığı, her gün eylemlerin yapıldığı, toplu cinayetlerin işlendiği günlerdi. Benim Tıp
fakültesinde ve Vefa öğrenci yurdundaki ilk aylarım. Bir akşam öğrenci yurdunun
koridorlarında, ciddi mi, şaka mı olduğu anlaşılmayan ses ve tavırlarla “Arkadaşlar ..36
Numarada eylemimiz var..! Hepiniz davetlisiniz,” sesleri duyuldu. Biraz merak birazda
değişiklik isteği ile güle oynaya “Eylem”e giden arkadaşlara katıldım…

Yurdun hem üstten hem de yandan dış kenarında bulunduğu için en soğuk odalarından biri
olan ve ‘Sibirya’ da denilen 36 numaralı oda o gece değişik bir eyleme sahne oluyordu. İki
katlı demir ranzaların üzeri, aradaki dar koridor, pencere önleri tıklım tıklım öğrencilerle dolu
idi. Değişik okul ve sınıflardan öğrenciler birbiri ile neşe ile sohbet edip, şakalaşırken, bu
arada ortadaki masaların üzerine yığılmış çekirdek, kuş lokumu, fıstık gibi çerezleri
atıştırıyorlardı. Oldukça değişik, sıcak ve güzel bir tablo idi. Sohbetin akışında yalnızlığımızı,
gurbeti, talebeliği, sıkıntıları, üzüntüleri unutmuştuk. Demek ki eylem buymuş diye konuşup
gülüyorduk.

Karşılıklı konuşmaların, şakalaşmaların, seslerin zayıfladığı bir an tok, pürüzsüz, etkileyici bir
sesin yavaş yavaş yükseldiğini ve odanın havasına hakim olduğunu fark ettim. Kendinden
emin, ahenkli, meydan okuyan, adeta gürleyen bir ses duyuldu. Selman Ağabey tok sesiyle
Necip Fazıl, Erdem Beyazıt, Akif İnan, Osman Sarı, Sezai Karakoç.. dan şiirler okurken, dinleyenler adeta o anları yaşıyor, onlarla birlikte yürüyor, karanlıkları onlarla birlikte aydınlığa çıkarıyor, güneşe doğru birlikte koşuyor, gibiydik.
Şiir bittiğinde sanki tarihin içinde acıklı bir sayfayı veya İslam coğrafyasında her gün
tekrarlanan bir zulüm sahnesini içimde yaşamışım gibi hüzünle doldum. O anki sevgi ve
dayanışma havası, duygularımda ağır basan hüzünle birleşip, çok ötelere götürürken içimde
ona karşı sevginin ilk bağını oluşturdu.
İnce uzun boyu, kalın siyah paltosu, koyu gözlükleri, kumral saçları, düzensiz sakalı ile oldukça
farklı biriydi. Her zaman neşeli, nükteli, canlı konuşmaları, samimi içten tavırları ile herkesin
sevgisini kazanmıştı. Kimi zaman yemekhanede sağlık kontrolü yapıyorum diye herkesin
yemeğinden bir parça tadar, bazen yurt koridorunda kalın, tok sesi ile bir marş veya ilahiyi
yüksek sesle söyleyerek dolaşır, bazen de birisine olan sevgisini belirtirken zavallıyı ciğerlerini
sökercesine yumruklardı. Başkası yapsa kavga veya en azından tartışma sebebi olacak bu
hareketler o yapınca herkesin gülümsediği tatlı bir şaka oluverirdi.

Selman-ı Farisi ile Ebru Derda arasında geçen bir olayda Peygamberimizin “Selman haklıdır.”
sözüne atıfta bulunarak, kendisine itiraz edenlere “Selman haklıdır. Bu hadisi şeriftir itiraz
etme.”
diye karşılık verirdi. Nüktelerinde zeka, şuur ve zarafet iç içe hissedilirdi.
Yurtta bir ara terlik, takunya ve uzun mayo (Haşema) pazarlamaya başlamıştı. Girişte,
merdiven başında, koridorda, dershanede kimi bulsa hem mamullerinin niçin gerekli
olduğunu anlattır, hem de o şahsın manevi durumuna uygun bir nutuk atardı. Takunyalar
ayak mantarına kesin çözümdü, iç çamaşırlar ise tesettüre uymanın olmazsa olmaz gereği idi.
Bence söyledikleri oldukça haklı ve tutarlı idi ;)) Ama maalesef herkes aynı kanaatte değildi.
Bazen de takunyalar ayağında, haşemalar kollarında ve pantolonun üzerine giyilmiş olarak
yurt içerisinde seyyar satıcılık yapardı.
Hızını alamayıp yurt müdürüne makamında “takunya ve Haşema” pazarlaması yapmaya
kalktığını ama “Atın şunu dışarıya” diye sepetlendiğini gülerek anlatıyorlardı. Sattığı
takunyalar yurtta gece sükûnetini ihlal edince oluşan kamuoyu baskısını gidermek için
“imalat hatası” takunyalar toplatılıp altına “susturucu” lastik takıldı.
Talebeler için düzenlediği adalara gezi programı ile yurt idaresinden arkadaşların
hapishanedeki arkadaşları ziyaret programı çakışmıştı. Tabii birçoğumuz adalara gitmeyi
tercih ediyorduk. Bu durum idareci durumundaki arkadaşlarla onu karşı karşıya getirmişti.
Talebeyi davadan uzaklaştırmak, zevk ve sefaya daldırmakla suçlanıyordu. O ise gayet rahat
cevabı yetiştirmişti. “Bir hadisi şerifte buyrulduğu gibi bu ümmetin yarısı sabır, yarısı şükür
ehlidir. Siz sabır edeceksiniz, biz şükür edeceğiz.”

Tatlı sohbeti, zekice ve duruma uygun fıkraları, heyecanlı, aktif fikir yapısı ile etrafında
devamlı bir sohbet halkası bulunurdu. Hele onunla birlikte yatsı namazına gitmek ayrı bir
zevkti. Nasıl yapardı bilmiyorum ama etrafında en az 10 kişi sanki maça giden gençler gibi
hoplaya zıplaya zevkle, koşa oynaya Vefa’dan İskenderpaşa Camii’ine yatsı namazına
giderdik.
Yatsı namazı sonrası genellikle “Eylem” hazırlığı başlardı. Fatih’te kuruyemişçilerden
çekirdek, kuş lokumu, fıstık, kuru üzüm…vs alınır, bir kısım arkadaş yurda önceden gider
eylem duyurusu yapardı. Küçük yurt odalarında sıkışan 40-50 kişilik toplantılarda şakalar,
fıkralar, gülmelerden sonra toplantının can alıcı bir noktasında; Selman Ağabey ya bir ilahi,
bir marş veya cihad üzerine yazılmış bir şiir okurdu. İlahilerde derinliğine bir tasavvufi hayatın
zevkini alırken, marş ve şiirlerde haksızlığa, zulme karşı koymanın, mazlumun yanında
olmanın onurunu hissederdiniz. Toplantı sonrası İslam Tarihinden bir yaprak veya Tezkiretül
Evliyadan bir kıssa okunarak “Eylem” sona erdirilirdi.
İlk tanışmamızdan sonraki günlerde onu daha yakından tanımaya çalışıyordum. İlim yayma
yurdunun sürgün odası kabul edilen, namı diğer ‘Sibirya’sı 36 numarada ders çalışıyordu. Tıp
Fakültesi 4.Sınıfta iki dersten beklemeli idi. Aynı odada kalan çocukluk arkadaşım İsmet’i
görmeye gittikçe odadaki diğer öğrencilerle samimi olmuştum. Oda sakinlerinin her biri
enteresan tiplerdi. Tıbbiyeli ama her şeyi bilen, Şeyhi olmayanların Şeyhi diye bilinen üstad Bekir Necati, hukuktan başka her şeyden anlayan hukukçu Abdülkerim, güler yüzlü, sessiz, ama dava delisi hukukçu Hasan, centilmen Hamdi, kadim dostum kaptan-hukukçu İsmet…Hepsi ayrı bir dünya, ayrı bir kaliteli şahsiyetti.

Tıp fakültesi üst sınıflarda bir ağabey ile konuşmanın zevki ve saflığı ile ona okulla ve
derslerle, hayatla ilgili şeyler soruyordum. Aldığım cevaplar karşısında bazen şaşkınlıktan,
bazen hayretten, bazen hayranlıktan ağzım açık kalıyordu.
Hala hatırlıyorum, okulu ne zaman bitireceğini sorduğumda önce “Çocuk… bu okulu
kazanmak için o kadar çalıştım. Hemen bırakır gidermiyim? “
demişti. Sohbet ilerleyince
“Bak şimdi… Ben ayda 5 bin TL ile geçiniyorum. Doktor olursam 50 bin TL kazanacağım. 45
bin TL fazlalık var. Bunu ne yapacağım? Ya araba almam gerekir, ya ev… Al sana dünya kadar
borç. Ama şimdi hiç borçsuz, sıkıntısız yaşıyorum.” Diyerek tamamlamıştı.
O günlerde hayatta en önemli hedefi fakülteyi bitirip, doktor olmak isteyen birisi için oldukça
değişik ve şaşırtıcı cevaplardı. Herkes borç harç bir ev; bir araba almayı hesap ederken, o
borcun sıkıntısına talebeliğin sıkıntısını tercih ediyordu.
Bu cevaplar, düşünceler, yaşayış tarzı bana apayrı bir dünyanın habercisi gibi gelmişti.
Materyalist bir dünyada, maddeyi önemsemeyen, paraya tepeden bakan, parayı özgürlüğünü
kısıtlayan bir bağ olarak gören, kendini sevgiye, dostluğa, kardeşliğe adamış bir zamane
dervişi ile karşı karşıya olduğumu hissetmiştim. Gerçi Amcam, teyzem ve babamdan bu bakışı
tanıyordum, ama ilk defa genç bir insanda böyle derinliğine bir değerlendirme duyuyordum.
Ara sıra şakayla söylediği “Bizde nefis mi kaldı çocuk..” sözünü bile ciddiye alıp onun nefsini
yenmiş bir insan olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Artık samimi olmuştuk. Zaten onu ilk görüşte içiniz ısınır, sohbeti şakaları ve sevgi dolu içten
davranışları ile kendini sevdirirdi. Onun için samimiyet ve sevgi, İslam’ı anlatmanın en önemli
yolu idi. Herkesle samimi ve dosttu. Ama benim için dosttan da öte, her şeyiyle güvenilecek,
sevilecek, dayanılacak bir ağabeydi artık. Onu görmediğim gün rahat edemiyordum. Onu
görmek için 36 numaralı odaya yaptığım ziyaretlere, kendine has zekice nüktesi ile ‘Türbe
Ziyareti’
adını takmıştı.
Yine böyle bir türbe ziyaretimde O üst ranzaya gözleri kapalı uzanmış, ben ranzanın
demirlerine yaslanmış olarak sohbet ediyorduk. Genellikle okul sonrası yorgunluk atmak veya
namaza hazırlık sırasında enerji toplamak için tercih ettiği pozisyonda idi. Ranzadaki teybi ara
sıra açıp dinliyor, sonra kapatıyordum. Teyp kasetinde sohbet eden, o zamana kadar hiç
duymadığım, değişik bir şive ve vurguda konuşan, adeta her kelimesi içinize işleyen bir ses
vardı. Kasetteki ses bağırmadan vaaz ediyordu ama çok etkileyici idi. Ben kaseti açtığımda
Selma Ağabey’in oturup toparlandığını, kapattığımda tekrar uzandığını fark ettim. Çok ilgimi
çekmişti tekrar tekrar denedim. Hayret teypteki sesi duyunca sanki konuşan insan karşısında
gibi edeple oturuyor, dinlemeye başlıyor; kapatınca yavaşça dinlenmek için uzanıyordu.
Kimdi bu sesin sahibi? niye bu kadar saygı gösteriyordu ?
Aldığım cevap beni daha çok meraklandırdı. “Efendi Hazretleri”… Sonraki günlerde ona hep
‘Efendi Hazretleri’ni sordum. Nasıl biri idi?, Çok mu yaşlıydı?, Nerede oturuyordu? Görüşmek
zor mu idi?. Aklıma gelen daha onlarca soru.. O, her zamanki esrarengiz ve sevecen tavrı ile
gülümseyerek. .“Çocuk eğer nasibin varsa görür tanırsın.” Diye cevap veriyordu. Ama “Efendi
Hazretleri” rahatsız olduğu ve ameliyattan yeni çıktığı için görüp, tanımam gecikiyordu.
Bense o merak ve heyecanla her yüzde, her konuşmada onu arıyordum.

Nihayet bir Cuma günü namazda olacağını haber verdi. Yine Onunla neşe ve sevgi ile dopdolu
Cuma namazı için İskenderpaşa’ya gittik. Namazdan ve duadan sonra muezzin mahfilinde
bembeyaz sakallı, beyazlar giyinmiş, heybetli, nur yüzlü bir insan konuşmaya başladı.
Ülkemizin son dönem ulemasından Mehmed Zahid Kotku Hocaefendiydi bu konuşan…
Sözleri ağzından tane tane dökülüyor, tatlı bir Anadolu şivesi ile sizi içten sarıyor, mıknatıs
gibi kendine çekiyordu. Bütün cemaat diz üstü oturmuş, başlar önde, edep ve dikkatle onu
dinliyordu. Sohbet çok kısa idi. Ebu Zer-i Gıfari Hazretlerinin nasıl Müslüman olduğu, kendi
kabilesi Gıfar ve Eslem kabilesini de nasıl İslam’a davet ettiğini anlatılıyordu. Sonra çağın
şartlanmaları ile sınırlanmış zihinlerimize yerleşmesi için esas önemli olan şeyi vurguluyordu.
O, iki kabileyi Müslüman etti. Hangi üniversiteden mezundu? Hangi mevkii ve makamda
idi?… Aziz kardaş.. Esas hüner Allah’a kul olmakta. O’na teslim olmakta.”

O günden sonra önümde yeni bir hayat sayfası açılmıştı. Selman Ağabey ile yatsı ve sabah
namazlarına gelmenin zevkine, ayrı bir sevgi boyutu daha eklenmişti. Acaba O’nu yine
görebilirmiyim? Tekrar sohbetini dinleyebilirmiyim ? istek ve arzusu da çok güçlüydü.
Namazlardan sonra caminin küçük avlusunda cemaatin muhabbetle musafahası, sohbeti,
kaynaşması insanı çok etkiliyordu. Hele Selman Ağabey ile ‘Çetner Dede’ diye seslendiği
Mehmet Çetiner’in sevgisi görülmeye değerdi. Selman Ağabey onun sakalını düzeltip, sırtını
yumruklarken, Çetner Dede kalın, akordsuz sesi ile ‘Hoh hoo hoo’ diye kendine has gülmesi
ayrı bir muhabbet tablosu oluştururdu.
Pazar günleri ikindi namazı sonrası Fatih te İskenderpaşa camiinde Prof.Dr.Mahmut Esad
Coşan Hocaefendi’nin sohbetleri olurdu.Hocaefendi sohbette, Peygamberimizin sözlerini
açıklarken, günümüzle bağlantılar kurar, hayat prensiplerini anlatır, irfani bir bakış açısı ile
insanların akıllarına ve gönüllerine hitap ederdi. Çoğunluğu genç üniversite öğrencilerinden
oluşan kalabalık cemaat edeple sohbeti dinler, adeta asrı saadet ortamını yaşıyormuş gibi
manevi bir haz alırdı. Selma Ağabey bu sohbetlerin müdavimi ve neşe kaynağı idi.
Uzun kış gecelerinde Yatsı Namazı sonrası çay içmek için Yıldız Üniversitesinden talebelerin
kaldığı Hicret Yurduna giderdik. Çay sohbetlerinde tasavvuftan, tarihten bahsedilir, şiir
okunur, ilahiler ve marşlar söylenir, ibretli kıssalar anlatılırdı.

Birlikte gittiğimiz gezileri de unutamam. Sanki her gezi bir ders, bir eğitim günü olurdu. Dört
mevsimi bir arada yaşadığımız, yağmurlu başlayıp, dolu ve karla devam eden sonunda
güneşin açan Beykoz Korusu… Heybeliada’da deniz kenarına yakın bir tepede hamsi ızgara
yerken vatan kurtarma muhabbetleri… Burdur’a bir arkadaşın düğününe giderken otobüste
okuduğumuz marş ve ilahiler… Afyon-Sandıklı’da bir köy kahvesinde halka ve geziye
katılanlara hitaben yaptığı günümüzle bağlantılı yakın tarihi yorumu… Hepsi dimağımda ayrı
bir tat bıraktı.
Onun tavsiyesi ve yönlendirmesi ile Tasavvufi Ahlak, Tezkiretül Evliya, Cennet Yolları,
Gariplerin Kitabı ve Malcolm X gibi İslam’ı iyi anlamak ve yaşamak fikri veren kitapları
okumuştum. Özellikle Malcolm X’in hayatından çok bahsederdi. Onun Amerika’da ‘İslamı
anlatmak için şehirden şehire dolaşması, her anını dolu dolu yaşaması, esrarkeşleri bile
kazanmaya çalışması… Bizler için ulaşılması gereken bir örnekti. Bir toplantıyı haftaya ertelemesini isteyen yardımcısına “Bizim yarınımız yok” dediğini ve o sohbette şehid edildiğini sık sık anlatırdı.

Çevresindeki insanlara insan kazanmanın önemini ve sevabını anlatırdı. Kendisine has üslubu
ile “Düşünsene abi… Bir insan kazanacaksın onun yaptığı bütün sevaplar sana da yazılacak.
Kaçar mı bu fırsat…
” veya “Bir insanın hidayetine vesile olmak güneşin üzerine doğduğu her
şeyden daha hayırlıdır “ hadisini hatırlatarak: “Düşünsene abi! Güneş ne yalılar, ne arabalar,
ne yatlar, ne bahçeler üzerine doğuyor. Ama bunları kazanmak zor. Bir kişiyi kazanmak
daha karlı”
derdi.
Kendisi de insan kazanmak, bir kişinin hidayetine vesile olmak için elinden geleni yapar, tüm
kabiliyetlerini kullanırdı. “Bir insanı kazanmak ve onu iyi yetiştirmek, milyonlarca kalabalığa
konuşmaktan daha verimlidir. Çünkü fikirleri iyi anlayan bir kişi onu kalabalıklara defalarca
anlatabilir. Ama kalabalıklardan elde bir şey kalmaz.”
Diye söylerdi.

Yurttan ayrılmak zorunda kaldığında Sultantepe’de denize nazır bir öğrenci evine yerleşmişti.
Evin eşyası oldukça sade olmasına rağmen manzarası nefisti. ‘Türbe Ziyaretlerim’ orada da
devam etti. Sıcak yaz gecelerinde boğaz dalgalarında yansıyan ay ışığını seyrederken, çay
eşliğinde dava sohbetleri yapardık. Selman Ağabey’in esprileri kadar sosyal tahlil ve
yorumları da oldukça ilginçti. O, samimiyetle İslamı yaşamaya çalıştığı kadar günümüz
meseleleri üzerinde düşünen ve fikir yürüten bir dava adamıydı.
Bu aktif ve kararlı yaşayışı meslek hayatında da devam etti. İlk görev yeri olan Ahlat’ta
çevresinde bir dava, fikir ve muhabbet çemberi oluşturmuştu. Ziyaretine giden arkadaşlardan
dondurucu kış gecelerinde bile teheccüd namazını ihmal etmediğini, battaniyeye sarınarak
zikir ve tefekkürüne devam ettiğini dinledim. Tabii esprilerde aynı minval üzere devam
etmekteydi.
Samimi arkadaşlara 20-30 kişiyle yapılan habersiz çay-çorba baskınları, müfettiş olduğunu
söyleyerek yurt müdürleri ve memurlara yapılan telefon sorgulamaları… Kaymakama yaptığı bir espri ise halkın dilindeydi. Makamında Veteriner ile birlikte oturan kaymakamdan izin almak için gitmişti.
“Bizi kime bırakıyorsun Doktor!” diye sitem eden kaymakama “Baytar Bey var ya amirim”
diye cevap vermişti.
Talebelik sonrası yollarımız ayrılmıştı. Ama gönlümüzdeki muhabbet bağı hiç kopmadı Ona
karşı…. Kardeşliğin gerektirdiği vefa ve dostluğu gösterebildiğimi söyleyemem, fakat sevgim
hep devam etti. Bir mektubunda dostların vefasızlığından yakınan Fuzuli’nin bir beyitinin
tıbba uygulanmış şeklini yazmıştır:
Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge/ Ne çalar kimse kapım acil hastadan gayri…


Haklıydı. Ama hayat şartları böyleydi. Bu durumun çaresini de O bulmuştu. Bir araya gelmeli,
sermayeleri birleştirmeli, emek ve gönül birliği edeceğimiz şirketler kurmalıydık. Bu niyetle ilk
şirketimizi 1987 yılında kurduk. Selman Ağabey, Mahmut, Uğur, İbrahim ve ben. Bu şirketi
birkaç sene sonra bir klinik takip etti. Fakat ya biz para kazanmayı bilmiyorduk ya da para bizi sevmiyordu. Muhabbetimiz iyiydi, lakin para yoktu. Klinikte sağlık hizmetleri kadar, tebliğ ve çevre hizmetleri de yapıyorduk. Gerçi maddi karlılık yoktu ama sosyal karlılık vardı ya olsundu.
Düğünü yine herkesten farklı ve kendine hastı. Konya’da düğün evinde elbiseleri çalınınca
eşofmanla oturup gayet rahat “Ben sportmen damadım” derken, arkadaşlardan bazıları
sıkıntıdan ülser olmak üzereydi. Gelin arabasına binerken, daha önce düğünlerinde canını
yaktıkları tarafından kaçırıldı. Konya’da damat kaçırmak adettenmiş. Ama sağdıcının ilgisiz ve
bilgisizliği (!) yüzünden bizzat kaçıranlarca getirilip teslim edildi. Eylemciler bahşiş
koparamadıkları gibi damadın bir kısım masraflarını da karşılamak zorunda kalmışlardı.
Evlilik hayatı da idealistçe idi. Oldukça sade döşenmiş bir ev, hiç eksik olmayan misafirler,
eşiyle birlikte katıldıkları sosyal faaliyetler… Dolu dolu yaşıyordu ama ona göre yeterli ve
verimli değildi. Daha iyisini, daha güzelini ve daha verimlisini yapmalıydı, yapabilirdi…
Bütün bu sıradan, gündelik şeyler onu sıkıyordu. O davasını anlatmak ve onun için bir şeyler
yapmak derdindeydi. Dertsiz, tasasız, gayesiz bir hayat ona göre değildi. Türkiye bu nedenle
onu sıkmaya başlamıştı. Gündelik hayatın akışında hedeflerin kaybolduğu bir yaşayışa
kaymamalıydı.
O zor olanı yaptı. İnandığı davası için yurdundan uzaklaşmaya, onu anlatmak için her türlü
zorluğa göğüs germeye razıydı. Rahatını, kazancını, kurulu evini, işini terk edip, hiç bilmediği
bir ülkeye yerleşti. Bir bakıma Hicret’i seçti…. Mahmud Esad Coşan Hocaefendinin tavsiyesi ile Türki Cumhuriyetlerden Özbekistan’da ihtisasa başladı. Hem mesleki olarak gayret ediyor hem de sosyal bir çevre ediniyordu.

Şimdi Ortaasya’da büyük maddi ve manevi sıkıntılar içerisinde eşi ve 5 çocuğu
ile birlikte İslam-ı yaşayışı ve samimiyeti ile oradaki insanlara anlatmaya çalışıyor. Onun
vesilesi ile nice susamış gönüller, hayatın içinde ve yaşanan İslam ile tanışıyor. Bir bakıma
yeni Medineler kuruluyor yeşeren gönüllerde… Yeni Mus’ablar,Selman’lar,Bilal’ler … yetişiyor
Medine’nin aydınlıklarında…
2002 yılında Selman ağabey İstanbul’a döndü. Önce İstanbul belediyesi evde hasta bakımı
ekibinde doktor olarak çalıştı. Daha sonra aile hekimi ve hastane yöneticisi olarak Haseki ve
Yedikule hastanelerinde çalıştı. Bu süre içerisinde de hep hastalara ve yakınlarına esprili,
anlayışlı, şefkatli bir hekim olarak davrandı. Daha sonra bazı sağlık ocaklarında görev yaptı ve 2022 yılında emekli oldu. Ne yapıyorsun Ağabey dediğimde ‘Artık ev erkeği oldum. Evde hanıma yardım etmek için dışarda dolaşıyor, camileri ziyaret ediyorum’ diyordu.

Aliya’nın dediği gibi ‘Hayat iman eden ve Salih amel işleyenlerden başkasının kazanamadığı bir oyundur’ der. Allah; bizlere hayat oyununu en güzel şekilde oynayıp güzel insanlarla güzel dostlarla beraber olmayı nasip eylesin .
Büyük rüyalarla geçmişse ömrüm
Hiç yanmam ölümün her çeşidine Erdem Beyazit

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın